
Size kaç sene biçilmişse onu nasıl yaşadığınız ve ne kadar çok insanın yüreğinde kaldığınız, ne hâlse sizin için önemli. Nedense bazı insanlar sevilmek ister, en çok da ilk aşk olmak… Unutulmamak. Ve tabii vur patlasın çal oynasın zamanlarından çalarlar bunu kazanmak için. Kolay değil, sıkı bir imtihandan geçersiniz de, yine ne sevdiğiniz belli olur, ne sevmediğiniz... Aşk bir başka âlem, onun da pek farkı yok, sadece sınırları daha keskin galiba ve heyecanı daha büyük; ya hep ya hiç diyebiliyor insan… Hayatta çektiğiniz tüm zorluklarda ve içinden çıkamadığınız durumlarda canınız yanıp da tüm uğraşlarınıza rağmen duygularınızdan kurtulamadığınızda… Yukarıdaki sözü söylersiniz; sakın içindeki aşk kelimesiyle sınırlı kalmayın, zaten sınırlardan neler çektiğimiz ortada! Hayatta yediğiniz darbeler, çektiğiniz acılar, benliğinizi kaybedecek kadar bir şeye bağlanıp da ihanete uğradığınızda yanında hiç kalır… Ve kurtulmak için kendinize karşı verdiğiniz savaş en zor olandır. Bazı insanlar bunu anlayamaz, yaptığı iyiliği yatırım olarak görür, gelecekte faizini alacağını umar. Aşkta bile küçük hesapları var; yaşadığını bırakın, öldüklerinde dahi karşılık beklerler, çocuklukta beyinlerine vura vura sokulmuş o cennet hayaliyle… Yardım kuruluşları bazen arkalarına kamerayı takmadan tek kuruş harcamazlar, dolayısıyla siz de onları yargılarsınız… Ellerinde paketler, tin tin topuklarıyla, saçları topuzlu kadınların, kendini kraliyetten sanıp, hayatın sillesini yemiş insanlarla objektife gülümsediğini ya da kravatlı adamların, bir yaşlının elini öpüp poz verdiğini gördüğüm zaman, aklıma şu söz gelir: Al Allahım emanetini… (Burada emanet can’dır). Hele bir partinin adamları veya kadın kollarıysa, kulağıma bir de “oy, oy” diye başlayan garabet şarkı gelir. Anlayana sivrisinek saz…
İhanete uğramak kadar kötü bir şey yok… Biri yalan söyleyerek sizi aldattığında, terk edildiğinizde, karşınızdakinin çıkarı için yanınızda olduğunu öğrendiğinizde, kahrolursunuz… Karpaz’daki saf yaratıklarla özdeşleştirirsiniz kendinizi, kullanıldığınızı düşünür, yaralanırsınız ve zaman uzarsa kangrene dönüşür. Koynunuzda beslediğiniz bir yılan var çıkarıp atamadığınız. İhanetin nereden geleceğini kestiremiyorsunuz ne hâlse! Bazen kendi bedeniniz bile size ihanet eder haberiniz yokken… Böyle bir durumda kaldığım gün doktorum şöyle demişti: “Bu organ hasta ve işlevini kaybetti. Onu çıkarıp atmazsan daha da hastalanacak ve diğer organlar yanına toplanıp yardım etmeye çalışacaklar. Dolayısıyla hastalık onlara da bulaşacak. Bu durumda ameliyat zorlaşır. En iyisi bunu sana zarar vermeden çıkarıp atalım”. Ne yapabilirdim ki!? Senelerce birlikte yaşadığım safra kesemden ben işte böyle ayrıldım. Meğer içine benden habersiz taş dolduruyormuş…
Aşkta teşhis yok ve kestirip atamıyorsunuz. Doktora da danışamazsınız; sadece dertten içerken şarkılardan medet umar, “aman doktor ... canım gülüm doktor ... derdime bir çare” diyerek çağırırsınız ama kelin merhemi olsa başına sürer derler, doktorlar da aşık olur benim bildiğim… Zaten aşkta düşünmeye vaktiniz olmaz, istilaya uğrar, işgal edilirsiniz… Tüm teçhizatıyla içinize yayılmış bir ordu var, her köşeyi tutmuş, bir türlü söküp atamazsınız. Adı geçen emanet de kalbiniz; kapakçıklarını açık bırakıyor, biri içeri dalıyor, artık uğraş ki çıkarasın… Ne yapabilirsiniz ki? Bir de aşk problemliyse, çözemiyorsanız, “al Allahım…” demekten başka çareniz kalmıyor… Ha! Başka bir emanet olabilir burada derdiniz de, onu tartışmaya gerek duymuyorum… İnsan kolay aşık olamaz eğer şıpsevdi değilse (o da her neyse)! Ama eğer biri gökten atlayarak, denizden yüzerek, her tehlikeye atılmışsa ölüp öldürünerek ve adını da aşk koyup size ulaşmışsa, siz de taştan değilsiniz artık!? Aşık olan, hâliyle sormadan da gelebiliyor… Beyni devreye sokarsanız belki biraz tökezler, siz de zaman kazanıp ne istediğini keşfetmeye çalışırsınız ama kendinizi kaptırdınızsa yandınız. Kalbinizin derinlerine dalar, nefesi yettiğince yüzer, siz boğulursunuz… Bir de liberal düşüncedeyse, rekabet varsa ve savaşarak kazandıysa üstelik muhtaçsanız işiniz zor… Bir kere bunu yaparken muhakkak duygularından zayiat vermiş, kendini feda ederek sizi kazanmıştır… Savaşı kazandıktan sonra sizi ikna etmek için yaptığı reklam ve yatırımı da yabana atmayın… Korkunuzu gidermiş, açlığınızı doyurmuş, güzelliğinizi abartarak aşk için her şeyi yapabileceğine sizi inandırmıştır… Tarihinizden başlayarak duygularınızdan yol bulmuş, boşluktan faydalanarak gelip kalbinize oturmuştur. Kısacası başlamadan kaybediyorsunuz, ne şansınız var? Olağanüstü hâldesiniz artık, mantıkla kalbin arasındaki ipler kopmuştur. O dalgayla, ipi koparak okyanusa savrulmuş sandalsınız… Ya da uzun süre bağlı kalmış ve ansızın ipini koparmış köpek (burada da ip kopmuştur ama benzetme biraz ağır galiba)! Neyse, anlatılmak istenen, kavuştuğunuz hürriyetten doğan çılgın boş verme hâli… Okyanusta nereye sürüklendiğini umursamamak veya köpeğin deli gibi sağa sola koşup, o acayip sevinç hâlinde nerede duracağını bile kestirememesi. Tüm arzuladıklarınızı düşünmeden yapıyorsunuz… Bu çılgın hürriyetin başka bir esaretin başlangıcı olduğunun farkına varmanız ne kadar sürer bilmem! Ama kırk senede hâlâ bunu anlayamayan varsa, çaresi yoktur, anlatamazsınız…
Geçmiş tarihlerde birkaç kere aşık olduğunuza da güvenmeyin, ona da bakmıyor; şahıslar değişir, tezahürler aynıdır. Kanunlar bir yana bırakılır, idarenin şirazesi kopar, mantık dağlara düşmüş karlar gibi erimiş bitmiştir doğan güneşin sıcaklığıyla. Abarttığı o güzel şeyi mantığa vurup, kim hayali cihan değeri kaybetmek ister?! Tek gaileniz, kokusu ne kadar yıkasanız da elinizden çıkmayan yerli yusufu turunç ağacına aşılar gibi aşkı size aşılayanın yanınızda olması… İsterse dünya batsın, dünyada yaşayan kim? Kurguladığınız cennette sevgilinizle el ele dolaşmaktasınız tüm size karşı esen rüzgâra rağmen... Aşk böyle bir şey işte! O kadar bencil ve tuhaf ki sevdiğiniz gözünüze bakmaktan korkar; çünkü bilir ki hâlinden utanacaktır… Gerçek dışı ne varsa abartarak yaşıyorsunuz... Ve bedeniniz de sonunda iflas eder; yediğiniz sizi yemiş, heyecandan kalbiniz tükenmiştir… İnsan duayla, varsayımlarla ya da kurguyla ne kadar sağlıklı yaşayabilir ki? Gerçek kaldırdığınız rafta durmuyor, zarar fark edilince de sonu geliyor. Ama kök salmışsa, kolayca söküp atamıyorsunuz işte. Yardım çağırmak zorunda kalıyorsunuz. Yukarıdaki söz dilinizden düşmüyor…
Şimdi, “memleketteki olağanüstü hâlden kimin vakti var ki börtüye böceğe baksın” diyeceksiniz, doğrudur… Gece bin bir hazla hayale yatsanız, sabaha savaş çıkar bu ülkede… Ancak kısa sürede yetiştirdiğinizle yaşarsınız menem şeyi ve bazen o olağanüstü hâl sürer senelerce... Ve müzakereler iktidar savaşıyla devam eder… Bazen de sebep budur, her şeyden kaçmak isterken yüreğinize bir tohum düşer bahtınızın rüzgârından ve öyle bir filizlenir ki bıkmadan usanmadan onu sularsınız düşüncelerinizle, gözünüzde büyütmek için… Ya da korkar, ölsün diye bırakırsınız ama o bir çalı gibi her şeyi süpürür, yalnız kendini bırakır ve neticede karakteriniz değişir. Hep bir heyecan var sizi kuşatan, aynaya baktığınızda kendinizi tanıyamazsınız, gözünüz bile size yüksekten bakar karşıdakinin verdiği hay ve abartıyla… İnsan şaşar kendine; yüzüne vuran aşkın ışığıyla pembe kızıl elmaya ve beden de güzel bir bahçeye dönüşmüştür… Ten, çiçek kokusunu aşkın terine katar yüreğinize akar... Göz bademdir, yanağın çukurunda şeftali, dudağı gül yaprağı sevilenin… Yoldan geçenler bir şarkıdan nakarat çalar, size türküler yakar… Ve siz gülümsersiniz… Saf ipekten, aşkın yelkeninden Hint kumaşına dönersiniz ilgiden… Ve artık bir şey(siniz) evet... Denizden esen lodos beş parmağa dönmüş, saçınızı okşamış ve yükselen duygularınız buluta ulaşmış, arzulanarak takılan bir duvak gibi dağın doruğuna düşmüştür, dokunulmadan vuslata erersiniz… Karşınızdaki küçük bir çocuğu kucaklar gibi aşkın gözbebekleriyle kucaklar sizi… Onun size aşık olma ihtimali bile size yetiyor…
Bu dalgadaki hâliniz çevrenizdeki denizle ilgili değildir… Karşılıksız/karşılıklı aşkın bence tanımı bu! Bir başkası size bunu başka türlü anlatacaktır, herkesin aşkı kendine… Ada/m/ın siyaseti bu hâldeyken de vakit bulduysanız aşk olsun! O aşıksa kolay ama siz de aşık olmaya soyunmuşsanız vazgeçin, giyin eski elbisenizi çünkü eminim kalıbınıza uymayacak… Ne yazık ki bedeninizi bozmuşlar ve hâlâ ona bir şey biçilememiş, yoksunuz da zaten, ne boyunuz ne posunuz belli! Sağdan soldan toplanan ölçülerle olmuyor, siyasetin aşka vakit bıraktığı da görülmemiştir zaten. Buradaki herkes, doğduğu günden hep sonu belirsiz ve yarım yaşamıştır her şeyi… Kısaca uzun yıllar beklenmiş, hakikat olmamıştır rüya; birleşmek, kavuşmak hayal olmuştur. Aşk da bir çıkar ilişkisidir zaten... Öyle diyorlar… Tatlı bir su kuyusuydunuz, çekip içmişler, bitince de taşla toprakla örtmüşler ve etrafınızı tellerle çevirmişler, adınız yasak bölgeye çıkmış! Kim cesaret edip size yaklaşabilir ki!? Memleket batık hisler locası, doğru dürüst yaşanmayan aşkların mezarı, zorla yüreğinize hükmedenler işi bitince içinize heykelini dikip çekip giderler ve hâlâ yeşil mum bekleyenler, yatır olmak isteyenler var…
Kendi tarihini aşkla okumayanların hâl-i pür melali ortada… Ülkesini canını dişine takarak kurtarmış kutsal bir adam, hiç gelmediği, yabancı bir ülkede, şahlanmış bir atın üstünde, her köşede karşınıza çıkar… Bu, uzun süren birlikteliğin yüreğinize dikilen totemidir, tapınmanız gereken… Her şey onunla kutlanır, haksızlıklar şikâyet edilir, ona danışılır, kanunlarını uygularsınız. Karşınızdaki aşkını ispat etmiş, işgale karşı durmuş, yurdunu sahiplenmiş bir kahraman… Ama bunu hatırlatmak için orada değil; hatta hatırlarsanız hoş karşılanmaz… Sadece aşık olmalı ve gölgesinde yaşamalısınız… Buyurgan, tek tip giyinen birine aşık olursanız başınıza gelecek var, erkek/kadın fark etmez! Böyleleri savaş açarak kazandığını baştan yaratmaya kalkar. Onun kurallarıyla yaşayıp, ona benzemeniz gereklidir, onu kendinizden çok sevmeli, saygıdan ziyade tapınmalısınız. Her gün beyninizi yıkar; zamanla kendinizi unutur, başkasının hayatını yaşarsınız. Hele bir de ailenizde huzursuzluk çıkmış, dışlanmışsanız, kayıtsız şartsız elindesiniz. Benliğiniz kaybolur. Kolay mı, aşk bu ve siz ananızı bile inkâr etmişsiniz onun yüzünden… Emaneti vereni bir bulsanız iade edeceksiniz ama nerede!? Başta böyle değildi, siz elektiniz… O kadar değerliydiniz ki sizi nereye koyacağını bilemiyor, hep kucağında taşıyordu ama zamanla değişti. Yediğinizi hesaplar, gözüne dizine diye ve en sonunda kim olduğunuzu bile sormaya başlar. Hâlbuki sizi o beslemiş ama büyütmek istememiş ne halse…
Biri sizi aşağıladığı ve küçümsediği zaman aşk bitmiştir, böyle biline… Bedeninizdeki yıkıntıyla yaşamayı öğrenmek ve ayağa kalkmak zorundasınız. Çünkü sevilmiyorsunuz, ağladığınızda sizi umursamıyor, öfkeleniyor. Ona göre her şey dört duvar arasında kalmalı, siz de… Ve sizin senelerin alışkanlığından başınız eğik. Neymiş? Yama değil ki söke atasın! Giydiğiniz ona ait ve senelerin getirdiği bağımlılık var… Şimdi çare üretip uğraşacaksın… “Boş ver zaten alıştık, kırk senedir böyle yaşıyoruz, bundan sonra aşk yorgunluk” dersiniz… Siz böyle dedikçe, her şey çığırından çıkıyor. Bir de sahiplenmiş ki sizi mal sanıyor, tek bir güzel söz yok. İlk aşkınız aklınıza düşer hâliyle! Zaten onun da gözü sizde, neredeyse duvarlara tırmanıp güller atacak. Evinde mutsuz diye de bir şüphe var içinizde, kendinizi bir şey sanıyorsunuz ya! Sizden başkasıyla mutlu olamaz diye de bir fanteziniz var… Savaşın rüzgârıyla eksik duygularla kalmış o da (aşk bazen mazeret arar)... Heyecanla ona evet diyorsunuz, ama anında size hayır’ı yapıştırıyor… “Hayır yüzü görmesin” dilinizin ucunda ama görmezse komşuda pişen size de düşecek… “Emaneti al” dediğiniz de, sizi hiç dinlemiyor...
Aşkın gözü kör diyorlar ya böyle olurmuş… Tüm ülkede mutsuzluk had safhada! Öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki gelenler de gözünü bağlıyor… Ne kadar savaşma gücünüz var, ne kadar büyüksünüz ki? Geleneklere bağlıysanız ve tapuyu kaptırdınızsa işiniz zor. En büyük aşklar zenginle fakiri anlatır ya da evlendikten sonra aşkı bulup da yaşayamayanları… Zorlaşsın, acıtsın, mahvetsin diye; hani kavuşsalar da hayrı yok! Bazen en mazbut insanı bile çıldırtır senaryo, o bile “aman kavuşsunlar, kurtulalım” der dinden imandan çıkarak… Ama şöyle de bir düşünce var: Belki seneye varmayacak ya da birkaç gecelik vuslattan ibaret… Denemeden kim bilebilir ki!? En iyisi büyük söylememek (zaten büyükseniz de söylediğiniz her zaman doğru değil). Aşk, büyük, küçük dinlemez… 70 milyon büyüklükte bir yüreğin 600 bin büyüklükteki yüreğe hükmedememesi sizi şaşırtabilir ama biz alıştık. Ne dağa adınızı yazsanız, ne bayrağınızı çizseniz hayrı var, sizi istemez. Aşkın kanunu var, karşıdaki istemezse, avuç içi kadar yer tutana söz geçiremezsiniz; diğer tarafta da size aşık olana yapmadığınız kalmaz. Doğasına saygınız yok, dağına lambanızı yakmış, renginizi giydirmişsiniz eteğinin rengine bakmadan… Size aşık olmayana aşıksanız ve farkındaysa, o büyür, siz küçülürsünüz... Kandırılmaya teşnesiniz artık. O da her yaptığına duygusallık katarak mazeretler bulur… Dağı niye giydirmiştir? Aşkından, onu unutmamanız için, dağ kadar aşkınız soğumasın diye… Ya da insanlar önünü görsün! Ne oralarda gezinen keçi sebebini bilir bunun, ne de dağda eşekle gezen adam… Ters ters bakar hâliyle! Bunun deniz feneri gibi yanıp sönmesinin ne âlemi var? Onun denizdeki gemileri batarken önünü görmediğinden… Şekildeki aşk sizi iyice düşündürmeye başlamıştır eminim… Her şeye bayrak açarak onun aşkına ölmüş, öldürmüşsünüz. Ne ifade ettiğini biliyorsunuz, çizmeye gerek yok ama gözünüze sokmuşlar, bağımlısınız ya! Esameniz okunmaz… Benimki derken ağzınız dolar, siz o’sunuz, ondansınız, soyunuz sopunuz uludur ama o farkında değil ve siz de emanete kızarsınız artık, ucunu kaçırırsınız, oradan buraya kök salanlar da artık sizden değil ve bu da sizin ayıbınız olur...
Aşkta kaybetmek çok kolaydır, doğduğunuz yerde savaş veya ihtimali varsa… Hiçbir şeyin değeri kalmaz, nasıl sağlıklı yaşanabilir ki? Ülke stratejik… Ya Taksim ya Enosis diyerek olmayacak hayal kuranlar için savaşmak… Boşuna cek/cak demek serbest, mantıklı konuşmak zaten aşkla bağdaşmaz ve hainliğe denktir… Eros bu karmaşada dumandan şaşırmış, yanlışları vurmuş, yaşayanların gözü komşunun tavuğunda kalmıştır… Ve ayrılmak her zaman acılı olur; sakıncalıdır, rüzgârın fısıltısıyla ihanet edildiğini düşünen aitlerinizi elinizden almaya kalkar çünkü ona kalıcı olmayacağınız bellidir! Dirlik düzenlik kalmaz, kavgalar başlar, yedirdiğini söyleyen, pişirdiğinizi yediğini unutur. Siz de ayağa kalkarsınız. Savaşla kazanılan aşkın diyeti zaten bir ömürle ödenmiştir, kalanı heba etmeye artık değmez… Ve gerekirse emanet de iade edilebilir alt tarafı bir candır...
Ah aşk! Gözün kör olsun… İnsan/oğlu/kızı hayatı onun sayesinde çok daha güzel yaşadığınızı söylemenizi ister, kendine duyulan aşkın bitmesini istemez, hep verdiğini anlatır, aldığını söylemez… Aşk bu yüzden bitirmiştir işte… Dünyada en çok sevilip hatırlananlar karşılıksız sevenlerdir, aşık olup zarar vermemek için vazgeçenler, ismini bile vermeden yardım edenler… Şu karıncayla ağustos böceğinin masalında bile bir tuhaflık var… Herkesin kendine benzemesini isteyen, sadece kendi neslini düşünen, muhtaç olanla yiyeceğini bölüşmeyen karınca bunun aşk olduğunu söylese inanır mısınız?! Ben doğamı bozana, bedenime girip, yüreğimde savrulup kalan sevda kırıntılarını bile sürükleyerek kendi yuvasına taşımak isteyene karşıyım. Ağustos böceği böyle mi, devamlı size şarkılar söyler, dinlemezseniz orkestrayı çoğaltır, koronun başına geçer, aşk serenadına devam eder… Ne yapsanız vazgeçmez, biraz susar ve tekrar başlar. Doğasında var, çatlayana kadar aşkını anlatacak ve illa ki size dinletip ikna edecek… Ben Burada yaşarım diyor, belki çatlar ölürüm sana anlatana kadar, ama bil ki mevsimi gelince yine sana doğarım… İşte ben bu cırlavığa aşığım… Ne demiş ona karınca: “Sen de benim gibi ol”! Bu doğaya aykırı, insan bunu duyunca anlatılan hiçbir masala da inanmıyor artık… Aşkmış… “Al Allahım emanetini da ben aşıklık çekemem.” Ne zaman bu adada duygularımı bir ovaya saldımsa, her hasatta savaş çıktı, kaybettim…
Son yorumlar