(Sevgi, komşunuz değilse HOŞ deyin)
Ne bilsin hâlimi/ o komşu kadın/ aşmadan duvarını/ duyarken aşımın kokularını/ yanarken altımda harlı ateşler/ merak bile etmezken, ne piştiğini/ İzlerken bacamdan çıkan dumanı/ dibi tutan duygularımın/ ve nasıl kaçtığını tadımın/ ne bilsin…/ Hani! Kapı önünde eliyle/ gölge edip güneşe/ bozmadan rahatını/ bakarken keyif ile uzaktan/ nasıl bilsin benim karanlığımı/ giydiği çiçekli elbisesiyle/ ben köşe gölgesi mahzun, ben hazan halinde/ döküp dururken, yapraklarımı…
Hayat Leymosun’da bir vapurun dumanıyla uçar, düdüğü sevinçle öter ve sanki her yana ulaşır, ama duyabildiğiniz kadar yaşarsınız… “Anılar kuşlar gibidir/ dal ister konacak… Oktay Rıfat ne güzel söylemiş… Üstünden 40 sene geçmiş komşumla ayrılmamızın ve ben hâlâ onu arayacak kadar değer vermişim. Kapısını çalınca “o öldü” dediler… Düşündüm, yaşı büyük değildi, kim bir ev kadınını vurur ki milliyetçi olsa da demeyin, vururlar, harpte vurmuşlardır… 14 yaşında iken arkadaşımın bana bıyık altı gülümseyerek domuz eti yedirmeye çalışması geldi aklıma… Bana olan sevgisi ve bağlılığı yetmiyordu, kendiyle daha çok ortak yapmaktı amacı… Sonradan genç yaşlarda nişanlımın askerlik rütbesini 3 parmağını başına koyarak alay etmeye çalışmasını hayretle izlemiştim… Sanki memlekette asker olmayan varmış gibi! Adanın geleneksel mesleğini yapıyordu herkes, ister istemez. Belki de beni kaybetmek korkusundan hırçındı bilmem… Ama beni değiştirmeye çalıştığı ve onun milliyetçiliği, çatalın üzerinde bana uzattığı ve zorla yedirmeye çalıştığı domuz etinden (Müslümanım ya!) evinin her yerine hatta üstüne damlıyor kalıyordu, o kadar açık ve belli bir lekeydi, temizlenmeyen… Ve sanki yersem bir şey değişecekti, bura Kıbrıs… Kiliseye de giriyor insanlar camiye de. Ama komşunun biraz tutukluğu olduğunu biliyorum bu konuda. Camiye girme sebebi eskiden kilise olduğunu bilmesi sanki… Acaba benim de kilise camilerden mi rahatlığımın sebebi, o da tartışılır ya… Dinler ve dualar inanmayanların ayak iziyle karışmıştır bu adada. İki dilde de bir “amin” var duada, ama işine yaramıyor ruhuna Fatiha komşuluğumuzun. İki taraf aynı anda amin diyemiyor çünkü… Hâlbuki mihraba pisleyen kuş tanımımız ve papazın mihraba pisleyen kuşla konuşması şöyle: “Sen Müslüman değilsin, olsan kiliseye girmezsin, Hristiyan olsan mihraba pislemezsin…” Sen Kıbrıslısın…
Sorma gir hanı bu ülkenin insanı. Çat kapı yapmayı seviyor, karşısındakinde o hayret nidasını görmek istiyor ansızın karşısına çıkarak… Bu arada çat kapılardan kapılar kırılmış, evin içinde yatacak, doyacak, duracak yer kalmamıştır… Anlatmak istediğim, gözdeki sevginin, özlemin derecesi saklanamıyor ani görüşlerde (hani âşık aşkını saklayamaz ya, gözleri göremezseniz, beden ele verir kendini…) Ansızın karşısına çıktığınız, sevgiyi/sevgisizliği saklayamıyor. Ama geleni tanımıyorsanız ve sıçanı deliği sığmıyorsa, bir de fukaralaşıyorsanız ve eksikleriniz çoğalıyorsa o geldikçe, elektriğiniz kesiliyor, susuzluktan boynu bükülen gül hâllerindeyseniz ve havanız sizi boğuyorsa, hayal kırıklığı kaçınılmaz. Komşu ziyaretinin azı karar, çoğu zarardır, adamsanız tek tek gelin dememek için zor tutarsınız kendinizi… Eskiden tanıdığınız deniz gibidir, sevinç dalganızı çoğaltır, gözünüzü sulandırır, ne iyi ettim de geldim dersiniz… Ta yüreğinin içine dalıp, ondan eksik yaşadıklarınızı onunla tekrardan yaşamak istersiniz…
Bu kadar seneden sonra neden oradaydım bilmem…? Kapıyı açana, “Kati komşumdu, arkadaşımdı dedim…”. Karşıdan bin beter bir milliyetçilik baktı yüzüme. Kati yoktu, çocukları evini kiraya vermiş… Kapının sihri bozuldu, benim sinirim. Hevesim kursağımda kaldı. Yabancının gözleri konuşmadı, sadece merak duruyordu karşımda bir Türk kadın o mavi kapıda ne arıyor diye?! Yeni komşuya anlatmaya çalıştım derdimi, anlatamadım… Şimdiki komşulara da anlatamıyorum zaten… “Sizi öldüreceklerdi, biz kurtardık” lafını duymaktan usandım geçmiş hayatıma ait bir anıyı anlatırken… Hâlbuki her ülkenin kendine has bir alın yazısı vardır; o anlattığında siz dinliyorsunuz ama o sizi dinlemiyor… Kim birbirini vuruyor dağlarda, kim kimi öldürüyor vatandaşlığına bakmadan… Aynı ülkenin çocukları işte, ne farkımız var? Buyurun kendinizi de kurtarın ölmekten, öldürmekten diyorum… “Besleme” diyorlar, yüreğim karışıyor, yediğimi kusuyorum. Böyle komşuluk olmaz.
Kati yaşasaydı hayır der miydi (Barışa) diye düşünürüm hâlâ… Sevgi hep penceresini umuda açar ne hâlse, aşk gibi kurguya değil… Her aklıma geldiğinde Kati’nin bana evet diyeceğini düşünmek istiyorum, çünkü ansızın beni karşısında görünce sevinçten her seferinde ağlardı… Bölük pörçük kaldığım Leymosun’da komşumuzdu. Her başım sıkıştığında sevgiyi onda arıyordum, yakın geliyordu nedendir bilmem! Belki müstemleke olmak travmasından hep ecnebi bir sevgiye ihtiyaç duyduğumdan… Tüm aileler de komşuda çalışırlardı hep, ağır işçiydiler… Belki de köşe başlarını komşunun işadamlarının tutmasından ya da belki daha çok yevmiyeden yahut da kendimizden birinin altında çalışmaktan gocunuyorduk bilmem. Onlar hep sağcı, biz de hep solcuyduk sanki işçi olduğumuzdan ve sanki tüm kavgalarımız da bundan… Bir de “Para para paramparça olacaksın…” lafını çok söylüyorduk fukaralıktan… Neticede tüm ada paramparça oldu içindekilerle, şimdi de belki(lerle) sınırlarda asılı kaldık işte… Bir de bizde böyle, onlarda şöyle diye de kendimizi beğenmiyoruz. Dokunabildiğimiz kıymetsiz erişemediğimiz şeyleri kurgulayıp büyütüyor, fanteziler kuruyoruz, ne isterse olsun komşudaki başka… Mesela adamlar her dışarıdan geleni Afrodit sanıyor, parayla satın aldıklarını aşk…
Sizin nankör bir sevgili olduğunuz söyleniyor ama neler çektiğinizi kimse bilmiyor. Nasıl yaşadığınızı sormaz, aramazsa komşudan gelen, sizi kendine göre yargılar. Savaşan ülkelerde yaşayanların hep yeni komşuları olur ve duygular liberalleşir. Komşunun kızı da başkasının sevgilisi de namus olmaktan çıkar, rekabet oluşur. Doku bozulmuş, çarşaf ortasından yırtılmış, kalan yarısıyla örtünmeye çalışırken altına sızan sizi açıkta bırakmıştır. Bilmem anlatabildim mi? Dolayısıyla günlük hayat, hatta geleceğiniz bozulur, aynen şöyle: Sevdiğiniz sizden habersizdir… Kulağınızı kesen soğukta, siz kış ortasında elinizdeki piyadeyle ve bin korkuyla dağ tepe bekleyip gün sayar, hayal kurarken, mahalleyi beklemeye gelen sevdiğinizi kapmıştır… Çünkü urbalarınız ve başınızdaki şapkadan ne yüzünüz bellidir ne de ruhunuz. O olağanüstü hâlde, kız nasıl tanısın sizi? Sadece eldeki silahın farkındadır, sorana da onun adını söyler. Mesela, “Benimki tomson kullanır” der… İnanmıyorsanız eskilere sorun, bu yaşanmış bir hikâyedir ve doğrudur… Kısacası savaşta eldeki silah aşkta sizin rakibinizdir ve daha değerlidir sizden… Yol geçer hanına dönen ülkenizde size ait hiçbir izi bırakmaz bozar, gölgesinde kaybolursunuz o soğuk demirin, rekabetiyle yüreğiniz soğur bir türlü hayata ısınamazsınız. Bilmeden, görmeden, tanımadan hep tetiğiniz açıktır ve savaşmaya devam ederken hayat da usulca yanınızdan geçerek gider, ömür boyu hayıflanırsınız… Yanlışlıkla vurulup ölmezseniz hep aklınızda kalır hayıflandıklarınız… Tek bir gülün peşine düşenler var kırk sekiz yıl sonra...
Kapılar açıldığında, bizim mahallenin 63 göçmenleri seneler sonra kırlangıçlar gibi yuvaya döndüler konmamacasına; yuvaları dağıtıldığından gaye sadece hatıralara uçmaktı… Komşu komşunun iğnesine muhtaç derler ya maksat engellenmelerini önlemek… Rahatça evlerini görmeleri, bahçelerindeki hatıraları derlemeleri ve hayallerinin kalanını da perçinlemeleri için onlarla mahalle aralarında süzüldük durduk, bugün sanaysa, yarın bana misali… Müthiş bir Kazanovanın izini de sürmüş olduk böylece, çocukluktan birbirinden habersiz, aynı aşkı yaşayan kadınlarla… Her biri bana her sabah gülünü nerede bulduğunu gösterdi… Mahalledeki Bambos’u hayal meyal hatırlıyordum, babasının güllere meraklı olduğunu da... Meğer Bambos da mahalledeki birçok kıza meraklıymış… O gülleri kullanıp kaç kızın gönlünü çaldı ve bu kadar sene hayallerinde yaşadı bilmiyorum. Dörde kadar sayabildim… Ama o bahçede her renkten daha onlarca gülün var olduğunu da biliyorum… Her gelen genç kız ötekinden habersiz, yaşanmamış bir aşkı arıyordu… Hepsini olaydan haberdar ettim, bu saklanmayacak ve bu kadar sene hayallerle yaşatılmayacak kadar kötü bir aşk hikâyeydi bana göre, başka türlü düşünen olabilir… Kati kanserden ölmüş, bazıları doğdukları günden, kalp durana kadar sinip içinde kalanları saymıyorum yaşanmamışlardır… Belki de yaşanmadıkları iyi olmuş, ama bilemezsiniz... Birileri belki de sizin duygularınıza tecavüz etmiş, sevmeden sahip olmuş, kaale almayarak sizi yok saymıştır bunca sene ve insan bunu bazen bir tesadüfle öğrenir… Bazıları da sizi öyle bir sever ki şaşarsınız!
Telefon çaldığında biri “aba aba” diye telefonda ağlıyordu, çok uzaktan geldiği belli, bilmediğim bir ses. “Yanlış numara çevirdiniz” dedim teknoloji bu ya! Dediğim anda anlamış gibi hat koptu… İnsan istediğine komşu! İsterse arada sıra dağlar, kilometrelerce yollar, hatta lisan olsun ya da şu duaya yattığın mabetler… Hiç biri seni engellemiyor, yeter ki karşıdaki yüreğine konsun. İnancın ne derecede isterse olsun, iliğinde kemiğinde küçükten sana ezberletilen sureleri taşırsın ve bir bakmışsın ki mırıldanıyorsun sevdiğinin ardından iyi saatte olsun diyerek. Üstelik yüzünü sıvazlıyorsun ölünce, özlemin sular döküyor ardından, dininden olmasa da… Hayat en kötü ölümde ve ayrılıkta... Hastalık bunlarla denk tutulsa da, iyileşmek, tekrar doğmuş gibi hayata devam etmek var. Her ne kadar yeknesak olsa ve değiştiremedikleriniz önünüzü kesse de yaşıyorsunuz… Mesela İngilizlerin komşularını görünce havadan sudan bahsetmesi gelenekseldir… “Havalar iyi gidiyor,” ya da “yağmur yağacak,” lafa bak, en önemli mesele hava…! Kısaca, dünyada varsayılmamak gibi bir konumdaysanız, havanız yoktur işte ve ondan konuşamazsınız… Komşuyla o kadar çok derdiniz var ki! Onun hayır demesiyle havanız kararmış ve siz önünüzü göremiyorsunuz, bilim kurgudaki “matrix” felsefesini yaşıyorsunuz sayesinde… Komşularınız, arkadaşlarınız, aşklarınız, hatta hukukunuz bile sanal, bir de elektriğiniz kesilir durmadan, kanınız kaynayamaz, fahrenhaytınız bozulur… Sanal olduğunuzdan kaydınız yok; umursanmıyor/umursamıyorsunuz! Onun bunun pasaportu cebinizde, üç beş tane de kimlik, kanun dışı bir hırsız gibisiniz, cebinizdeki bozuk parayla eşdeğer… Ağırlık yaptığınızdan dem vurulur, durmadan harcanırsınız… Bir tek sevgi kalır elinizde gerçek olan, sevmek ve inadına bir insanın yüreğinde yaşayabilmek ama öyle 3-5 günlük bir aşk gibi değil, imzanız ölümüne kalsın istersiniz. Böylece kötüsüne, iyisine bakmaz sever hatta size zarar verene bile kulp uydurursunuz… Köklerimiz, bayrağımız, kardeşiz, biz çok benzeriz, aynı vatanın evlatlarıyız falan… Ama biraz asılırsanız uyduruk olduğundan kopar… Ne nereden geldiği, ne hangi duayı okuduğu önemli, ne de ortak hiçbir şeyiniz olmayışı, sizin de karşınızdakinin de yüreğiniz mabet ve hayat işte o küçücük yürekten ibaret durdu mu biter…
İnsan sevdiğine komşu… Dünyadaki mesafeler ne kadar kısalıyor bir telefonla, karşınızdakinin kim olduğunu bilmezken bile sesindeki sevgiyi duyarsınız ama dibinizdeki sizi yok sayar ya da konuşursa sizi dinlediğinize pişman eder, keşke hiç konuşmasa dersiniz… İçim ezildi, gözyaşları kulağımda çınladı açanın, hasretini yüreğimde duydum… Annemin şokunu yaşıyorduk 3 sene önce, beklentileri tükenmemişken çat kapı hastalığı bulduk eşiğimizde, bize sormadan habersiz gelip, bizim evden çıkmayan hayatımızı karışıp her şeyi bozan kötü bir komşuya benziyordu… Bir başına yetişmek imkânsız, başa tarak aramak derler ya çok önemli bir laftır. Hayatınızı tarayıp baştan kurmak, yaşanacak şekle sokmak, düzenlemek gerekir… Acil bir yardımcıya ihtiyaç vardı ve annem, başkalarının (eğer kendi istemezse), evinde, bahçesinde, hatta mahallesinde bile dolanmasından hoşlanmazdı… Şu adı bir türlü konmayan ülkemizin meğer ne çok bileni ve tercih edeni varmış, komşulardan gelen ikinci bir ordu yaşıyormuş burada silahsız, o zaman öğrendik. Yüreği kocaman, Hatay’dan gelen bir kadın ayağa kaldırdı annemi. Kaprislerinden el aman çekerek, ağlaya ağlaya, annem elden ayaktan kesilmesini herkese ödetiyordu bir güzel… “Sen olmasan abla bir dakika durmazdım” lafı altın değerindeydi benim için ve tabii o bakımla annemin ayağa kalkma mucizesi hepsine değdi… Mecburiyet de vardı belki ama paradan ziyade sevgi, saygı ve kurduğumuz kader birlikteliğiydi bunu başaran. Bunu iyi bellemek lazım, böyle birlikteliklerde her şey karşılıklı olmalı…
Duygular o kadar incelir ki bazen bir kalemin incecik ucuna sığar müziği ruhunuza işler, bazen de birileri şiir diliyle bilmediğiniz mecralara sürükler sizi… Ses yalındır sevgi kulağınıza oradan da yüreğinize iner… Telefon tekrar çaldı, aynı ses “aba ben seni çok özledim dedi” ağlayarak… Tarihten komşuyduk öyle diyorlar. İsimlerimizin önüne veya sonuna gelen kelimeden belli, Türk… O da evimize girdi ama bizim rızamızla. Kızın ismi “Dünya”. Türkmenistanlı. Zor bir ismi olduğundan, herkes anlasın diye kendi uydurmuş. Köklerimiz ne kadar karışmış bilemem ama Dünya’yı yüreğinize sığdırıp gailesini çekiyorsanız, tüm ülkeler sevgiyle komşunuz zaten… Birinin tavsiyesiyle karşılaşmıştık. Anam güzellik hastası, konuşan, gülene hayran; sessizliğe, fiziğe baktım, “yok” dedim “olmaz…” Ama Dünya yılmadı. Tekrar karşılaştık. Kaderdi herhâlde ve patronluğu bilmeden hayatıma bir işçi girdi… Biriyle çok uzun zaman birlikte yaşarsanız, mesela tarihten komşunuzsa, ayrı cinstenseniz, yüreğiniz, tüm benliğiniz, hatta ruhunuz yetmez, hep onu hoş görmenizi ona uymanızı ister. Sizi aramaz, sormaz, önünüze kurallar koyar, bir de sizi değiştirmek, dönüştürmek ister… Aynı cinstenseniz tarihe bakmaz misafir olduğunu bilir, yüreğinizle yetinir ve o yürek her zaman sizin için çarpar, hiç sınır tanımaz sever ve size ulaşmak için elinden geleni de yapar, bunu yeni anladım…
“Dünya” bir garip, Türkmenistan da öyle galiba… Halkını kusuyor, gençlere, evlilere arsa veriyor ve onları bir şekilde o evi yapmaya, orada kökleşmeye zorluyor… Onlar da belirli bir süre para kazanacakları ülkelere dağılıp darmadağın oluyorlar. Bazıları geri dönmeyi başarıyor, bazıları kayboluyor… Bizde de böyle olmuştur. Çoğu insan bir şeylere sahip olmak için veya savaşlardan usanarak dünyaya dağılmış, ne için gittiklerini unutup orada kalmış ya da unutmayıp, geri dönüp, temel atmışlardır… Dünya’nın iki çocuğunu bırakıp kocasının peşinden gelme sebebi, burada işçi olan kendi vatandaşı kadından çocuklarının babasını kurtarıp geri almaktı da aynı zamanda… Bana, ümitsiz kaldığında bakkaldan bir ip alıp kendini asmaya çalıştığını anlattı… Ben de ona galiba çok şeyler anlattım hoşuna giden. Çünkü onun yüzünde en güzel olan, o kapkara, kendinden sürmeli kısık gözlerini güldürmeyi başardım… Zorluklara karşı birlikte savaşmayı öğrendik, birlikte pişirdik, yedik, beraber ağlayıp güldük birbirimizin dilini bilmeden… Ülkesini, ailesini, aşkını anlattı bana yarım diliyle. Bazılarını anladım da, anlamadıklarımı söyleyemedim… Tüm kabuklu şeyleri soymadan bana sorardı “taşını alayım mı aba” diyerek, ikimiz de gülerdik… Çünkü çoktan kabuğumuzdan soyulmuş birbirimize taşlarımızı dökmüştük… İlk gittiği evde adamın ona nasıl sarktığını, ikinci evde yemeğini nasıl odasında yemek zorunda kaldığını ve elini sileceği havlunun, kullanacağı tuvaletin bile nasıl ayrıldığını anlatmıştı… Hatta iyilik olsun diye baktığı bir kadının ona yemek verirken içindeki etleri köpeğine ayırdığını da söylemişti… Ama benim ne kadar utandığımı bilmedi hiç…
Ben de ona bir şeyler anlatmışım muhakkak. Çocuklarının yanına döndü… Ben doğum günümde hep yalnız hissederim kendimi. Öyle bir memlekete doğmuşum ki durmadan komşum değişiyor; Dünya bunu biliyor… Her doğum günümde bana mesaj attı ve ilk defa da telefonda sesini duydum… Nasıl geçti o sevgi bu kadar uzaktan ve nasıl kucağıma düştü hâlâ bilmiyorum! Aşk aslında bu galiba, gerisi sürç-i lisan, bazılarının yanlışlıkla ağzından kaçıyor… “Dünya”, kuruşa kurşun atan, fiziği bir garip kız. Sevildiğini bilince ve sevince insan nasıl da güzelleşip bonkörleşiyor onu da öğrendim… Bana; “Seni çok özledim aba” dedi ağlayarak. “İyi misin…?” dedi. Sonra hâl hatır sordu, çocuklarımızdan konuştuk ve “hoş aba” dedi kapattık… Tüm gün sağa sola telefon açtım, yanında Türkmenistan’dan işçi çalıştıran birilerini bulup sormak öğrenmek için. Bu “hoş” ne demek, onu anlamak, bilmek istedim çok önemliydi… Ben “bay bay” demişim ya, bu “hoş” kelimesi de onlarda güle güle demekmiş… Ne olduğunu öğrenince ağladım… Komşu olmak bu işte parayla komşu alamıyorsunuz, ne de para vermekle komşu olunuyor, aynen sevgide, aşkta olduğu gibi… Tüm mesele, Afrodit’e para vermeden onunla sevişebilmek, bunun için de onu sevdiğinize ikna edebilmeniz lazım… Dünya’nın söylediği o HOŞ kelimesini öğrenip de zamanı ve yeri geldiğinde söyleyebilmek gibisi yok. Dünya çok çekti elimizden ve biz de çok çektik ve daha çok çekeceğiz galiba bu sevgisizlikten…
Son yorumlar