Birden itilip atılmışsın sıcacık bağrından, göbek bağını koparmış biri sebepsiz, aç kalıp hastalanmışsın, kimse sana bakmıyor. Ölmeden biri varlarını çalmaya başlamış Zorba filmindeki gibi. Nerede o seni eskiden sevgiyle şımartanlar, yerli yersiz cebini şekerle dolduranlar… Arkan yıkılmış, dayanamıyorsun. Ayağa her kalkmaya çalıştığında tokat patlıyor, sen çocuksun otur yerine diyorlar, çocukluğunu vuruyorlar yüzüne. Artık ana başta taç olmaktan, her derde ilaç olmaktan vazgeçmiş. Ölümüne çekmiş elini senden ve neslinin ölümü başlıyor göz göre göre... Bu ülkede çok şeye ana diyor insan ama en önemlisi üstüne bastığında bile seni hoş karşılayabilen… Onu kaybedersem diyorsun ve irkiliyorsun; ayaklarının altında çok uzun süre bakmadığın bir yetim, bir öksüz var ve üstünde yaşayıp altına gömdüklerin ve yarattıkların da bir şeyler bekliyor senden. Gökkuşağını görmelisin artık, ufkunu genişletmeli, üstüne basıp dünyaya ulaşabilmelisin. Kapını açtığında basacak yerin olmalı, ışığını kendin yakmazsan sevdiğinle kimse duymadan konuşamazsın, çünkü elinden tutanlar elini bırakmış. Ne demişler? Anne var… Annecik var…
Oysa en güzel sen gülerdin/ Gemiler çıkardı gözlerinden yola/ Karşılıksız sevmeye yüklü/ uçaklar yüreğinden kalkardı/ yardımlar kıyılarıma vururdu ben bilmeden/ benim için uykusuz gecelerde/ ağır bir işçi çalışıyordu devamlı/ ödenmeyi hiç beklemeyen/ Ben seni meğer, hep hayal etmişim…
İki elini yattığı yerde havaya doğru uzattı ve ellerini kavuşturdu; kendiyle el sıkışır, vedalaşır gibiydi. Ben de uzanıp onun ellerinin üzerine koydum elimi. Artık kazanmanın değil, kaybetmenin dayanışmasıydı aramızdaki… Gözlerimde yılgınlık vardı, çok uzun bir yol yürümüştük ve yorgunduk ikimiz de. Üzerimizden geçen çaresizlik yüklü kamyonlar bizi ezmiş, canlılığını yitirmiş bedeni bizi yolda bırakmıştı. Gözlerini gözüme dikti, uzun uzun baktı tanımak ister gibi ve arkasından yeni doğan bir bebeğin o görmeyen, bilmeyen hülyalı gülüşü yayıldı yüzüne. “Ne olacaksa olacak artık anacığım” dedim içimden, kaderimiz yazıldı. Zoru yaşıyorduk uzun zamandır, ikimiz de çare bulucuyduk, olmaza inatla karşı durur oldururduk ama birileri çaresizliğin motifini üstümüze çizmiş, iğneyle nakışlayıp bizi bitirmişti ve sonunda da ellerimizi bağlamıştı böyle… Üç çocuk düştü aklıma. Büyük bir karton kutunun kenarlarını yırtarak açmışlar, uçurum yüksekliğindeki tepenin üzerine çıkıp yaymışlar. Öne erkek çocuk oturmuş, kartonun ön kısmını kaldırıp dümen yapmış tutuyor, ayaklarıyla direnç yaparak kaymayı geciktiriyor kızların da binmesi için. Oturdukları anda kaldırıyor ayaklarını ve karton kızak son süratle o yüksek tepenin üzerinden aşağıya doğru kayıyor; saçları tozla uçuşuyor, hızla iniyorlar, fren olmadığı için duramıyorlar. Birbirlerinin üzerine yığılıyorlar önce, sonra da toprağın içine savruluyorlar… İşte o aynı süratle hayatımız uçurumlanmıştı tüm direncimizi kırarak. Hiçbir hastalığı frenleyememiştik.
Sarı gecelikler, ıslak mendiller ve limon kolonyaları… İki tane bakıcı kadın vardı ve bensizliğin kaprisiyle ağlatıyordu onları her gün. Ben eksiktim, hâlâ onun çocuğuydum ona göre, bakması, öğretmesi, yanlışlarını söylemesi gereken… Yemekler, haplar, gitmeler, kalmalar, hatta doktorlar arasında kaybolmalar... Bir zehir hayatın içinde freni kopmuş, şoförü uyumuş bir otobüsteydim, uyuyakalmıştım ve uçuruma yuvarlanmıştık birlikte; annem bilmiyordu, saklamıştım, bana dua edememiş, koruyamamıştı, kazayı izlerken kan içinde yaralı yatanları görünce şükretmiş içinde olmadığıma, hâlbuki ben yaralanmış yerlerde sürükleniyordum, aman anam! Aman anacığım diyerek… Hayat pamuk ipliğine bağlı berbat bir satranç oyunu, kanser dendiği anda mat diyor size birileri, sebebi: Kalp kapakçıkları kireçlenmiş, tansiyon, mesanede aktif bir kist ve iki ameliyat geçirmiş, 83 yaşında. Doktoru önlem almak lazım dedi, arkasından radyoterapi, kemoterapi, bilmediğim kuyulara düşüyorum onunla. Hastalığın dini, dili, ırkı yok. Türk doktorun önerisiyle bir Rum hastanesinden hayır bekliyorum ve beklerken her gün bir başkası anlatıyor hikâyesini; üç dilde dinliyor, üç dilde ağlıyorum. Dil bilmek ilk defa ağır geliyor. Hepimiz aynı milliyetçi cephedeyiz artık ve piç bir hastalığa karşı savaş veriyoruz hep beraber. Her gün militan intihar senaryoları yazıyorum kendime, sevgiyi kuşanıyorum ve pimini çekerek hastalığı berhava ediyorum. Üstümü sınırsız topraklar örtüyor, ölümü hissediyorum, yer yarılsa da içine girsem diyorum. Utanıyorum bu hastalığın insanlara yaptığı zulümden, her gece ölüp sabaha diriliyorum güçlü olmam lazım diyerek. Genç kızların, annelerin, yaşlıların, hele çocukların kazınmış saçlarını gördükçe sıyırtıyorum… Yaşamak vız geliyor. Ve yetmiyor, düşüyor gecenin bir yarısı ve tüm kazandıklarımız kalça kemiğinin indinde kırılıyor. Ayakları yerden keserek hız kazanıyor son…
“Ama denize gidecektik” diyor arkadaşına küçük kız; Hulahop zamanı baranganın üstüne atmış anneleri, çok çeviriyorsunuz, bağırsaklarınız düğümlenecek diyerek. Erkek çocuk gizlice üst kat penceresinden çıkmış baranganın damına almak için, çürümüş yerine basmış lamarinanın, düşmüş, kolunu kırmış. Adak adamış anne, mumdan bir kol yaptırmış Apostolos Andreas’a, kol alçıdan kusursuz çıkınca da mumu yakmış. Denize gidemediği o günün hasreti çocuğun içinde kalmış hep, yaşanmayan aşklar gibi, fantezi yüklü… İsterseniz ömür boyu hep o denize gidiniz, çocukluğunuzdaki gibi yüzemezsiniz artık. Annesiyle eksik kalanlar çoğalıyor düştüğü girdapta, daireler yutuyor her şeyi, çocukluğu kayboluyor, aklından yaşanmamışlar geçiyor durmadan, yarım kalanlar ve yaşanası olanlar… Ambulansa telefon açtı, çabucak geldiler, sedyeyle taşıdılar. Arkadan gerekli olabilecekleri toparladı bir valize süratle, neler alması gerektiğini geçiriyordu aklından, marazdan kahrolurken en ince detayı nasıl düşünebildiğine şaşıyordu ve ansızın gözü annesinin terliklerine ilişti; önce birini aldı eline, ikincisini alırken irkildi, kötü bir fırtına başladı içinde ve yağmur tüm şiddetiyle düştü; göz çukurları doldu taştı aniden. Titriyordu, “bunları bir daha ayaklarına giyemeyecek” diyordu durmadan, “giyemeyecek” ve tutamıyordu kendini, hıçkırığını durdurmaya çalışıyor, başaramıyor, içi buz kesiyordu. Çıkardığı seslerden belliydi, doluya dönüşecekti ve kapılıp koyuverirse kendini gerisi tufandı… Zaman kısıtlı, vakit yok diyordu, vakti değil ağlayıp sızlanmanın, hemen yanına gitmeliydi. Annesine, başına gelebileceğini hiç düşünmeden, “yaşlılar ayaklarını kırdıkları gün ölürler” dediğine yanıyordu şimdi de… Nasıl direneceklerdi!?
Gözyaşlarını tutamıyordu… İki ay öncesinden bir yumruk sıkıyordu yüreğini; taş kesmişti ama direnmesi lazımdı… Oğlunun imtihanı geçmesinin sevinci bittiği anda başına geleceği anlamıştı, istikbali için sağlam durmak lazım sağlam… Devamlı bir nakarat hâlinde içi ona bunu söylüyordu; her valize yerleştirilen şey, bir parça koparıyordu yüreğinden. Her ayrılık şarkısı demir gibi dağlıyordu yarayı. Öyle kasıldı kaldı günlerce, dudağına yerleştirdiği gülümsemeyle. Onu öptü, kokladı, büyümüştü ama kokusu hâlâ aynıydı. Elini salladı, KTHY uçağına bindirdi ve yüreğine oturan taş berhava oldu, bentler yıkıldı… Bedeninin tüm göz/eneklerinden, en çok da burnundan geldi örtüp bastırdıkları, aktı durmadan. Günlerce nasıl yaşayacağını bilemedi. Her gece ona mektuplar, şiirler yazdı, yastığının kılıfını aylarca komodininde sakladı, her özlediğinde çıkarıp kokladı ağlayarak, her geldiğinde ev doldu, her gittiğinde boşaldı... Valizini alıp geldiği gün de bitmedi. Başka evlerin kokusu üstüne sinmiş, evde kalan kitaplarını toplamış, hasretini evde bırakarak gitmişti. Ayrılığın yürekte bıraktığı umudu ölümle bir tutamazsınız. Hep kurtarılmış bölgede yeşil bir alanda yaşar hasret; görene kadardır… Ama ölümde sığınacak hiçbir yer ve zaman yoktur.
Valizi aceleyle kaptı, hızla çıkıyorken duraksadı, buzluğu açtı, birkaç paket bisküvi, bir şişe su aldı. Yanında kalacaktı; saat sabahın dördüydü ama acıkırsa falan diye düşündü. Hızla kapıdan çıktı. Kilitlerken yine boşaldı, ağlamaya başladı eve dönecek mi diye. Ve o korkunç film o saat başladı; korku müziğinin tiz homurtulu sesiyle bir alçalıyor, bir yükseliyordu… Ayağa takılan ağırlıklar, arka üstü yatmak ve hiç kımıldamamak. Sonda... bez... önce korkudan bağırdı sonra sinirden, arada kaprisler ve isyanlar oynanıyordu. Berbat bir senaryoydu ona yazılan, o role hiç uymamıştı. Bahçede karanfilini koklarken kalbi zevkten durmalı, o an ölmeliydi diye geçirdi içinden ya da acıklı bir aşk dizisini izlerken… Durmadan aksilikler çıkıyor, ameliyat erteleniyor, hep sahte gülümsemelerle başında durmak, ona moral vermek gerekiyordu. Hastanede olmaktan hoşnutsuzdu, korkuyordu, güvensizdi, başına geleceği herkesten iyi biliyordu, o bir hemşireydi… Hastaneden fırladı. Sırtında beyaz önlüğü, başında kepiyle koşarak eve doğruldu. Kurşunlar yağmur gibi yağıyordu, eve havan topu düştüğünü söylemişlerdi. Alarm vardı, çalışanlar evlerine gidemiyordu, paraşütlerle atlayan askerler ellerini ayaklarını kırmışlar, vurulmuşlar, diğer hastaneler dolmuş, kalanları da sinir ve ruh hastanesine yatırmışlardı. Saatlerdir hiç ara vermeden uğraşıyordu ama bir taraftan da aklı bombalanmış evinde, kızında ve dört yaşındaki torunundaydı. Gözyaşı kendiliğinden akıyor, ıslatıyordu yara bezlerini, yaralılar kendilerine ağladığını sanıyorlardı. “Kızım ve torunum evde yalnız kaldı, kocası ön cephede, başlarında kimse yok, eve havan düşmüş, iyi olduklarını göreyim, hemen dönerim” diyor niçin ağladığını soran doktora. O da hâlden anlıyor, acıyor, izin veriyor; kötü bir şey olmadığından emin olmak için savaşta gözle görmek lazım. Bazen gördüğüne bile inanamıyor insan… Geçerken bakkaldan bir şeyler almak istedi eve götürmek için, baktı, yumurtadan başka bir şey yoktu. Bakkal bölüşmeyi seçti, bir düzine yumurtayı kâğıt hartuçla eline tutuşturdu parasını almadan. “Yarını belli olmayan ülkede para neye yarar ki” dedi… Torbalarla yapılmış mevzilerden sıçrayarak kurşunların altında ilerlerken düştü, yumurtalar kırıldı. Hartucu torbaların üstüne savurdu, hızla eve koşturdu ta ki avluda onun kıvırcık başını ve gülen yumuk gözlerini görene kadar… Acı bir çığlık attı beyninde yarattığı kötü tablo yıkılırken, göğsünden vurulmuş gibi sevinçten dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladı. Kızı içeriden ağlama sesine koştu. “Yumurta” dedi, “yumurtaları kırdım, sana getiremedim, elim boş geldim” dedi hıçkırarak ona sarılırken. Bir anne için eve yiyecek getirmek, çocuğunu doyurmak hazzı, savaş mavaş dinlemezdi. “Bir şey değil” dedi kızı onu kucaklayarak kaldırırken, yumurtalar mevziyi kirletmiş, bakkal kâr dürtüsüyle helal etmemiş, savaş, ağlamaların, hatta tüm bildik insanca duyguların yolunu kesmişti zaten…
Ve hastalığa savaş açtılar beraberce. Onu yaşatacaktı, birlikte yapabiliriz diye düşündü; ne badirelerden, ne savaşlardan, ne berbat kanserojen günlerden geçmişlerdi. “Tanrım” diyordu, “çok şey istemem, bana biraz daha zaman ver”. Sedyeyi itene içi kanayarak yardım ederken, kendi eliyle onu ölüme götürmek korkusu bıçaklar sokuyordu kalbine… Ameliyathaneye doğru yürürken gözünün içine bakıyordu annesi; sanki onu itinayla, yeşil bir çerçeveye yerleştiriyordu, o her zamanki tertipli hâliyle “yalnız kaldın” dedi üzülerek, “kimse yok yanında”. Sarıldılar, öpüştüler, vedalaşır gibiydi her şey… Kapıları kendiliğinden açılan bir kanser hastanesindeydi, girince, insanın üstüne kapanan… Teşhis belliydi, erken tanı gerektiriyordu kurtarmak için ve geç değildi ömrü savaşmakla geçen birine… O içeri girdi ve o saatlerce dışarıda, yılmadan, sağ salim çıkmasını bekledi…
Son yorumlar