Yetmiyor ÇOCUK DİL/İM, Yok OLMAYA TEZ/İM…

Çocuktunuz ufacıktınız top tüfekle oynadınız savaşta acıktınız ama sadece doyurulmakla olmadı olmuyor. Yıkıntıların arasında kaybettiğiniz rengârenk pirilliler, başı gazoz kapağı, saçı darı püskülünden yaptığınız bez bebekler var bulamadığınız ve zamanı dondurmuşlar, gidip gidip arıyorsunuz kaybettiklerinizi taşların altında; elinizdekilerle mutlu olamıyorsunuz… Hep kara bulutlar iniyor dağ eteklerinize barut kokusu bastırıyor kokladıklarınızı ve ormanlar yanıyor, göğüs göğüse konuşup çarpışmak isterken, arkanızdan dolanıp bıçaklayanlar, ayağınızın altındaki toprağı çekip alanlar var. Yorgan gitti kavga bitti diyenler, çarşafı da çekiyorlar üstünüzden, hâl-i pür melalinizle ortada; ananız sizi sevmiyor, kendi çocukları var. Baba devlet üveydir, korumuyor kovuyor, kardeşinizle küstünüz mal mülk yüzünden ve kütükte adınız yoktur, çare bulmaya ömrünüz yetmez…

Arkanız önünüz sobe, gözünüzü kapadığınızda içinde korku kalır, açtığınızda hep ummadığınız yerden fırlayıp çıkacak gibidir savaş, saçlarınıza bıkkınlık düğümlenir açamazsınız, teninizin ışığı, rengi solar, yüzünüze her gece bir çizgi çizer acılar, zaman durur, siz ihtiyarlarsınız. Ama küçük, öksüz ve yetimsiniz hâlâ; size bakacağım diyenlerin dilinizi öğrenmesi lazım. Aksi takdirde ‘ka ka’ diyerek söylemeye çalıştığınızın ne olduğunu anlayamazlar, üstünüze başınıza yaparsınız, geleceğiniz mahvolur. Gözlerim kamaşmış, yollar kapanmış, elimde kalmıştı demekle olmaz, kimse buna inanmaz! Oyun kurarlar ‘kapıcı başı aç kapıyı bezirgân girsin, bezirgân çıksın’ derler, hep sona kalırsınız, her şeyinizi alırlar, yaşatmazlar, yadigâr olursunuz. Girenler ruhunuza uymayanı size satmışlar, çıkanlar yumruğunuzu açmış, avucunuzda sakladığınız son hayali de alıp götürmüşlerdir… 

Burada hayat çocuk diliyle başlar, içinde şirin kelimecikler var. Öğrendiğiniz her yeni kelimeyle yanınızda biri varsa sevinçle kucaklar sizi, sahipsizseniz sihirli kabartma tozunuz eksiktir. En basit sözcüğü mucize sayan, pohpohlayan, hayatınızın jürisinde hep taraf tutup sizi kollayan göçmüştür hayatınızdan, geleceğinizle… Dilinizi sağa çevirseniz olmaz, sola çevirseniz arkanız olmaz, çocukluğunuz eksik kalır, gençliğiniz beytambal. Yaptığınız hataları ona yükleyip rahatlayacak ve bunu kaldıracak gerçek bir ananız yoksa yanlışlar size kalır, sonradan hayatınıza giren üveydir ve hâliniz yaman! Lokmayı ağzınızdan alır, önce can der sonra canan.

Kıbrıslı bitmeyecek bir tezin önsözüdür nereden geldiğiyle ilgili değil, nereye nasıl gideceğiyle ilgilidir çoğu zaman. Olağanüstü durumda yaşayanlar geçmişten hasarlıdır çünkü yaşananların cezası kesilmemiş zararı ödenmemiştir, herkes borçlu, herkes alacaklıdır. Konuşmaktan hoşlanır, dinleyip öğrenmekten hoşlanmazlar, ayağa kalkmazlar çünkü başa geleni kabullenmiş, bataklıkta yaşamayı kanıksamışlardır. Çıldırıp konuşanlardan kimse hoşlanmaz… Yaşadıklarınızı baştan başlayarak tekrar kurgulamak zorunda kalırsınız. Hayat boyu payını ayırıp suçladıklarınız aklanır, vatanseverlik vatan hainliğiyle karışır, savaşın alın yazınız olmadığını, tezgâhlandığını öğrenirsiniz. Kahramanlarınız sizi yaşatmak için savaşmamışlar, savaşı körüklemişlerdir. Yaşadıklarınız sırlarla andrez oynamış, gördükleriniz duyduklarınız karartılmıştır. Kırk sene sonra hayatınızı parçalayan bombanın altındaki imzayı gördüğünüz zaman, dualarınızın da neden yerine ulaşmadığını anlıyorsunuz; camiyi yıkmışlar, Tanrı’yı kızdırmışlardır… Tüm teorileriniz çökmüş, kaynak olacaklar giz kefenine sarılmış, ya kaçmış, ya ölmüş ya da öldürülmüşlerdir teziniz lafta kalmıştır. Ummadığınız ülkelerin, lekeli izdüşümü var çarşaflarınızda, sizi kirletmişlerdir. Gez göz arpacıktaki ellerin, şu siyah beyaz fotoğrafların, kuyulardan çıkan kemiklerin de bir dili olsaydı… Keşke!

Kıbrıs’ta çocuklar “bappa” denmeyi sevmez ve sorgularken sizi doğduğunuza pişman ederler. Yemeğe “mamma”, gitmeye “atta”, gezmeye “hoppa” derler, sıkıldıklarında da bay bay ederler, gitmek istediklerini anlarsınız. Bu onların kendi seçimi değildir, bunu siz öğretirsiniz. Bu ülkede neden böyle bir şaşırtmacayla konuşmaya başlıyoruz bilmem! Sözcüklerin sahibi geçmişte ve niyeti bilinmiyor. İyi gözlemci espritüel bir arkadaşım fıkra gibi anlatıyor: Çocuk ‘beni salıncağa koy’ diyormuş da, ‘tamam babam hella bullaya şimdi koyacağım seni’ diyormuş adam. Dil efsunlu, konuşanlar vazgeçemiyor. Çocuk büyümüş, dili öğrenmiş, konuşuyor, itilmek istemiyor, kopça vurmak istiyor hayata; büyükler hâlâ hella bulla… Ama bappaya tepkisiz, sorgulamayı unutmuşlar. Su gibi küçük bir kelime, neden uzatılıyor ‘umbu’ diye?  Kelimelerin kısaltılarak şiir gibi olmasının, ayni harfi iki defa kullanarak isimlerin nakaratlara dönüştürülmesinin kolay ezberlemekle herhâlde ilgisi var. Küçük, şirin, kulağa hoş gelen bir trompetin yumuşak vuruşlarıyla çıkardığı müzik kulağa küpe olur unutulmaz. Büyüyüp de çocuğunuz olduğunda ilk attığı çığlık çıngırak gibi kulağınızı çınlatır, tüm kelimeler belleğinizden dilinize dökülür.

Çok eskiden izlediğim bir filmde evdeki uşak, yeni doğmuş çocuğa, mürebbiyenin Kıbrıs’tan getirtilmesini öneriyordu; gerekçe olarak, sadece Kıbrıslıların çocuk dilini bildiğini söylüyordu. Duyunca heyecanlanmıştım komşuyla ortak bir dilimiz olduğuna çünkü kavganın sebebini çocukça sanıyordum. Siz parmaklarınızla haç yapar tükürürdünüz, onlar ay yapar tükürürdü, ne haçın haberi vardı bundan ne ayın… Hep çocuklara yükleniyor ya evdeki kabahatler, suçlu yine galiba biziz! Zamanla herkesin haberi oldu, oyunlar birleşen yolları bozdu, silahlar girdi araya, dil unutuldu…

Ve çocuklarınız doğduğu gün, sizden başlarlar öğrenmeye, artık ne bilirseniz… Dilleri çözüldüğü gün sayenizde İngilizce saymaya başlarlar, senelerce müstemleke olmak kolay değil! Yaptığı fenalık unutulur, dil unutulmaz, her zorda kalındığında keşke İngiliz kalsaydı diyeni bile duyarsınız, çocukça konuşmak benimsenmiştir. Esas dil akıl karıştırır çünkü ötekiyle bir olup, çalıp çırptığımız çok kelime var içinde. Kıbrıs ağzı diyerek kitaplar yazar arsızca sahipleniriz de. Özne olduğumuzu tek ispatlama yolu sanki o kalmıştır. Kendimizi onunla tanımlarız. Buralı olmayan arkadaşa kızın biri sormuş facebookta: ‘Gancelliyi ıspahoyla bağlamak ne demektir’ diye, ‘ on dakika içinde cevap verip bilirsen seni arkadaş listeme eklerim’ demiş. Çocuk naçar kalmış… Gancellinin dili olsa söyleyecek nerden geldiğini! Ispahoyla içimden asılmak gelir artık bu söylenenler karşısında; insanlığı ölçmenin yolu bu mu şimdi?

Konuşmaya başladığında çocuğunuz, çat pat diliyle saymaya başlar “van tu tri” diye, gülersiniz; siz çokbilmişsiniz, İngiliz zamanında size madalya takmış, çıkaramadınız hâlâ, adamlar memleketin içine memleket kurmuşlar siz senin benim diye çekiştirirken. İçine giremezsiniz, yanından geçerken, iki dil-de melül melül bakarsınız Üslere… Çocuk dilinizi bırakın ana diliniz bile gölgede kalmıştır. Çocuğunuz erken öğrenince sevinir, evinize gelenlere papağan gibi onu söyletir böbürlenirsiniz ve çocuğunuz unutmaz. Başka kelime öğrenmese de muhakkak saymayı bilir ve çocuğuna öğretir çünkü başı işsizlikten, belirsizlikten sıkıştığı an gideceği yer bellidir. Beyine yerleşmiş kelimelerle, üstüne sinmiş o üvey kokunun türküsünü çağırır, yola koyulur. Tarih tekerrürden ibarettir, o gelmiş bıktırana kadar kalmıştır… İntikam zamanıdır, sıra sizdedir; tüm sosyal hakları, noktasına virgülüne kadar, hakkınız olmayana da kulplar uydurarak ondan çeke çeke alırsınız sonra da tv’lere radyolara çıkıp, burada kalanlara da, ‘biz Avrupa Birliği’nde yaşarık da ne oldu’ deme hakkınızı kullanırsınız. Bizde böyle…

Çocuklar okulda gününü görür öğrenir! Renkler, kız, erkek v.s ama en zoru fiiller, çekimler, ana dil olsa bile çocuk sıkılır, tökezler. Dil öğrenmek zor, aksanınızla uğraşılır, yazdıklarınız söylendiği gibi değildir. Kalemizin ucu, arkasındaki silgi ve dilinizde de tüy biter, derdinizi anlatamazsınız. Düzeltemediğiniz çok şey var kendinizden başlayarak, trafik kazalarının en çok olduğu, bazılarının güzel diye gözünüze soktuğu duble yollar kadar duble zor yani dille uğraşmak… Tali yollardan önünüzü keserler kazaya uğrarsınız, kameralar yalanı/yanlışı kaydeder, hızınız tescillenir. Ya özür dilersiniz ya da pişkinlikle başkasının yolunda yürürken size sorulduğunda da “enough” dersiniz. Bu kelimenin karşılığını yazmıyorum, meşhur kelime! Herkes öğrenmiştir. Ha!? Eğer boykottaysanız gazete okumuyor, tv’de haber seyretmiyorsanız sizin bileceğiniz iş. Devekuşu gibi başı kuma gömmekle olmuyor amma! Belleğinizde uyuyan güzel, prens geldi, geliyor falan yatıyorsa da gelince her şey düzelecek... Ya da biri kurbağayı öp da prens olacak diye fısıldamışsa kulağınıza… Reklamlarda kalın çocukluğunuzla, daha çok ‘herkese bir hâller olacak’ bu memlekette. Günaydın dilinize yapışmıştır, ama hoş geldin demekten imtina edersiniz. Anlayan anlamıştır; reklamlarla, masallarla yaşanmaz. Çılgınlıklarla her köşeden kaza haberleri gelir çocuğunuza kırk defa aynı kazayı, aynı adamla, aynı yerde nasıl yaptığınızı anlatamazsınız, diliniz yetmez.

Yeni konuşmaya başlayanlar öğretildiğiyle kalmaz, kelimeler türetirler, isminizi kısaltırlar, harfleri değiştirirler ve siz buna bayılırsınız; ayrıcalığınız var onun taktığı isimle değiştiğinizi zannedersiniz, çocuk diline kapılarak ülkenin adını da değiştiriyoruz durmadan. Ve bizi tanısınlar istiyoruz; dilimiz mi dönmüyor, döndürmüyorlar mı bilmem, olmuyor, anlatamıyoruz! Bunun için çocuklar büyüdükleri zaman bize takılan isimlerin değişmesini de yadırgamamak lazım. Kocakarı, ihtiyar, bunak denmiyorsa size… Kırk senedir açgözlülüğünüzden bir memlekete sahip çıkamadınız demiyorlarsa öpün da alnınıza koyun… Ayağınızı yere vurarak ağlamanın sonunda elinize aldığınız elmalı şekerler sizi zehirlemiş, uyumuşsunuz ve prens sahte çıkmış! Alın da bozdurun, bozdurabilirseniz…

Yalan söyleyerek çocuğu kandıramazsınız. Bu masalın neden bu hâle geldiğini tezinizin niye bitmediğini sorduğunda cevap bulmak, ev ödevlerinizi neden yapmadığınızı, kopya çektiğiniz hâlde neden sınıfta kaldığınızı anlatmak zorundasınız. Uydurduğunuz mazeretlerle bir yere varamazsınız; kısacası teziniz, komşunun sizin verdiğiniz atı alıp Avrupa’yı geçmesiyle, intihal gayretinizle ve ben yaparım olur dediğiniz için bitmemiştir, ispatı var; İsveç’te ırkçı bir parti girmiş meclise, oy pusulalarının ikisinde de SD yazıyormuş, insanlar hata yapmış pusulayı seçerken. Bizde teknik hata yok, kimse aklımdadır demedi, meclise eskileri doldurdu. Onlar da antremanlı ya! İlk günden hiç bir şey yapmadan mazeretlerle savunmada kaldılar. Oyuncuların hızına yetişemiyorsunuz, oynarken sahada forma değişenler var ve kısa paslaşmalarla golleri halka atıyorlar. Hangi taraftasınız, kimin taraftarısınız artık belli değil, rakibiniz de karşıdan size gülerek el kol hareketi yapıyor. Seçtiğiniz cırlamış, kasanızı boşaltmış, nanik yaparak üstünüze basarak karşı takıma girmiş. Çocuğunuzun haberi yok manamucuk hâlâ bayrak sallıyor… İnciniyorsunuz tabii! Neymiş; sinirlenmiş küsmüştünüz öncekilere, söz vermişler ama Avrupa’da oynatmamışlar sizi. Öp demişler, ciddiyeti bozmuşlar, verici geleneği bozmuşlar yani kısaca çok yanlış yapmışlar. Bu hesabı iyi bilen halk dağ gibi büyümüş kırk senelik yanlışı nasıl hesaba katmamış peki? İsveçliler suçluyu buldu, bizdeki hala Bağdat’tan dönmüyor... Yalnız seçenler değil, seçilenler de suçlu arıyor. Kendimizi de, çocuğumuzu da kandırmayalım! Doğandan biz sorumluyuz, leyleğin bir suçu varsa bunda Allah belamı versin!

Tek bir insanı bile küçümsemeyin, tüm ülkelerin kaderi bir kişiyle yazılır, memleketin yüreği orda atar tik tak diye, Yoğurtçu Musa’nın taktik vermesi gibi Küçük Kaymaklı’ya; maça giderdik, skor 6-0, yenilmişsiniz, bitmesine bir saniye var, o moral sıfır sessizlikte tribünlerden tik tak tik tak diye bir ses; dönerdiniz sesin geldiği yere sinirle! Hacmiyle üç kişilik yere yayılmış o şişman rahatlığı görürdünüz, hiçbir şeyi umursamayan ‘neyin tik takı be’ dercesine yönetene bakar gibi kızgınlıkla bakardınız yüzüne. Ama o hiç üstüne alınmaz, devam ederdi yenilmek değil küme düşmeyi bile kale almaz umursamazdı; geleneksel bir şekilde sadece seyrederdi, taraftardı o kadar. Kalesine atılan golü, hala taktik sayanlar, yiyeni haklı çıkaranlar var…

Burada doğup yaşayanlar dünyanın her yerinden insana ev sahipliği yapmıştır. Hepsi sokaklarında dolaşmış, arkada kelimelerini bırakarak, geldikleri gibi çekip gitmişlerdir. Kalanlar kaderinizi paylaşacaklar, yaşadıklarınız ayna tutacak, bu olağanüstü duran zamanda yaşayarak onlar da günlerini göreceklerdir. Tahtadan atlara binip sahte kılıçlar kuşanmakla, başkasının söylediği tarihi sözcükleri ezberlemekle kahraman olunmuyor. Anasının pişirdiğini sevmediği hâlde, kızmasın, gücenmesin diye, yiyor gibi yapanlar büyümüyor, küçük kalıyorlar. Kimsenin bilmediği çocuk diliyle konuşursanız meramınızı anlatamazsınız… Söz uçar, yazı kalır; umarım çocuklarımızın yazdığı tezde, teşekkür edecekleri kadar varız ve var oluruz geleceğimizde. Savaş korkunç bir şey, dileğim kimse ev sahipliği yapmasın. 

 

Yayın Tarihi: 

Pazar, 24 Ekim, 2010