UCU YANIK MEKTUPLAR (1)

 -Bana doğayı ve doğamı öğreten, öğretmenlerime-

Sevgili hocam, son yazdığınız mektupta da dediğiniz gibi gün adayı ışıltıyla kuşatıyor evet, tüm bu kargaşaya rağmen… Ve doğru…! Birilerinin şu adayı yazması gerekiyor. Aşkıyla, türküsüyle, geleneğiyle ama kendi dilinde. Dil de endemik olmalı, konuştukça nasıl fark ediliyorsa, yazıldığında da tınısını duymalı insan… Sayfalar kekik kokmalı mesela. Belki o ortak sözcükler kokuyla birbirine kapalı kapılardan geçer de biz de o uğultuyla kozalaklar gibi kendiliğimizden açılıp meyvemizi sevgiyle dökeriz toprağa. O sevgiyle başaklar buğdaya çalar da büyük ekmek yaparız herkese yetecek kadar. Öfkeyle yüreğimize yazdıklarımızı kâğıda yazar, birlikte okur, acılarımızı, yaralarımızı paylaşmayı öğrenir de belki kavga etmeyiz artık.
Adaya bahar geldi hocam, iyi ki o da yolunu şaşırmıyor… Ovalar çiçeklendi. Yazarsak kim bilir belki rengârenk çiçekli yeşil etekleri giymeyi de öğreniriz artık siyahtan soyunarak. Basılmış, ezilmiş olsak bile orkide misali, üstümüzdeki o ölü toprağı çatlatıp içimizden çıkarız. Her renk, ahenkte Kıbrıslıca bir ıslıkla uyanalım diyorum koyun çıngırağını takip etmekten vazgeçerek… Gelenler de artık yazmaya başlasınlar, papatyalarla uğraşmasınlar sever sevmez diye, bilsinler ki seven kırk gün bir gün sevilir; sevmeyendir sevmez çıkan. Hele de toprağa kök salmıyor ve sadece göstermelik boy gösteriyorsa ne şansı var ki!
Sanatın her dalında uğraş verenler sayesinde aydınlanıyor bu ada bana sorarsanız… Evet, güneş çıkıyor sinsice ay da ama ışıldatan aydınlatan sizsiniz, bu gün gibisiniz ortada… Belki siyasetin pisliğine ve bu adanın bölünüşüne engel olamadınız ama çok güzel bir parantez açtınız hayatımıza… Geldiğinizden beri üstünüzden yayılan huzmelerin ışığında her şey var. Harfler, kelimeler, sözler… Gün doğumunu öğretiyorsunuz gün batımına kadar. Yağmur gibi yağan kötülüklerden sonra çıkan gökkuşağı da denebilir size tüm renkleri saran. Kısacası bestesi tanınmadığından çalınan Kıbrıslı bir hava var sizde… Ve hâlâ bıkmadan üretiyorsunuz, çalınmaktan korkmadan. Sesinizde adanın o sıcak umursamazlığı ve inadı var ve gerçeğin fon müziği. Yaşamın her karesinde varsınız. Doğanın kanunusunuz işte. Sizi dinledikçe her duada eksik olmasın dediklerimizden…
Kim misiniz? İşte o kürsüdeki, üstüne atılan çamurun tutmadığı adamsınız. Bin iftiraya uğrayan, o sizin bile olmayan evinizde hâlâ bal tutup da parmak yalamadığınızdan bazılarının kötülediği utanmadan… Bir dağarcıksınız köylerde elden ele gezen, kalleş bir kurşunla vurulup öldürülseniz bile… Şiirsiniz, bir şarkı, yazı veya resim… İnsandan başlayıp insanda biten bir kitap işte sevgiyi öğreten... Bir söyleşide, konferansta veya yağmurun çamurun altında yurdun her karesini zapturapt altında tutmaya çalışan bir objektifte… Hep makro bir mercek altındasınız siz ve makro çabasında, her şeyi en ince detayına kadar görsün bilsin diye herkes, kısacası dibine kadar anlatmak, öğretmek merakındasınız. Ben şunu anladım ki hocam, doğada tek makrosu olmayacak şey insan; çünkü insan her açıdan ancak yaptıklarıyla büyültebilir kendini… İnsana sabırla bakmayı, okumayı bilirseniz, içindekilerin basıncından bir puf mantarı gibi ruhu dışarıya taşar. Kötüyse kötülüğe, iyiyse iyiliğe…
Uzun süre yazışamadık. İnsanlar kopuyor hocam. Aynı yerde yaşasak da, buluşmak iklim şartlarına bağlı… Yağmur çiselese kapanıyoruz. Güneş açsa çıkmıyoruz sıcaktan. Hep camdan bakıyoruz. Dışarıdan bize söylenen de camdan bakıldığından… Başımızdakiler bile o kadar uzaktan bakıyorlar ki bize, biz de uzaktan bakmaya alışıyoruz. Bir türlü dışarıya çıkamıyoruz işte, selamlaşamıyoruz bile… Çocukken, “merhaba” diyene, “sen eşek ben araba” der, karşımızdakine “eşek” dediğimizden de kendimizi açıkgöz sanırdık… Hâlbuki eşek olmak bin kat daha iyi arabadan… Büyüyünce anladık çünkü eşek nereye giderse arabayı peşinden sürüklüyor. Siyaseti sormuştunuz ya, durum bu minvalde işte…
Hep bir bahar, yaz beklentisinde, güvercin uçurarak oylanıyoruz işte. Güneş de tepemizde resim gibi. Isıtmıyor, tam tersi üşütüyor, tüketiyor bizi. Zaman boşluk tanımıyor, hüzün dolduruyor eksilenin yerini… Buluşmak mesafelere bağlı ama yazmak öyle mi? Parmaklarımızın ucunda. Onu bile başaramıyoruz ama! Uzun pozlama deniyor buna. Bir şeyin fotoğrafını böyle çektiğinizde, akarsu bulanıyor, sanki denizle bulut karışıyor ya da bir yanardağın lavlarına dönüyor su… Uzayan her şey doğallığını yitiriyor hocam. İşte biz de böyle olduk. Donduk! Görüntümüz güzel sadece… Akmıyor, çağlamıyor, hissedemiyoruz yüreğimizdekileri. Tablo gibiyiz birilerinin çerçeveleyip duvarına astığı.
Ve bu fasariyanın içinde aşk da var evet… Olmayacağa, yakışmayacağa duyarsınız ya hep, sanki de bizde bu kader hâlini almış. Aynı yerde uçup ayrı dala konuyoruz devamlı ve kırıyor, kırılıyoruz. Nedenini bile tartışmıyoruz artık. Uzayan her şeyin marazına meraklıyız ya, “uzayıp giden o tren yolları, açılıp sarmayan yarin kolları” durumundayız. Çocukluğumda çok söylerdim bu şarkıyı hocam. Bizde kırk defa bir şeyi söyleyince başa gelirmiş derler. Gelmiş… Hangi dilde isterse olsun, bir şarkıyla başlandığında havada aşk kokusu var nedense ve kavuşulmamaktan kaynaklı garip bir hastalık durumu… Aşk verem gibi. Güya adada kökü kazınmış. Annem Athalassa Sanatorium’da çalışırdı İngiliz zamanı. Az dinlemedim aşktan verem olup ölenlerin hikâyelerini…
Yaz akşamları gittiğimiz her sinemada gannavuri yerken bilmeden hep kendimizi izledik biz her filmde… Polen alerjisiymişiz gibi her yerimiz şişerdi ağlamaktan. Acısı kanıksanmış bir ülkede hep berbat bir senaryoda yaşadık, yaşıyoruz; ve inanabilir misiniz, burada gerçek olan hayal, hayal olan da hep gerçek gibi yaşanıyor. Ta o zamandan bulaşmışız bu hastalığa, hüzün dağ olmuş, arkasında debelenip duruyoruz. Tek dünya kulu da bizi görmüyor. Dağın aydınlığına bakıyorlar hep ve biz gölgede bile değiliz. Gölge gibiyiz, kendi ülkemizde kendimizi göremiyoruz.
Uzun süre yoktunuz, birikmişim, hatırınızı bile soramadım… Nasıl olabilirsiniz ki? Siz de bu ülkede yaşıyorsunuz. Ülke yangın yeri ve güneş de yakıyor. Hep ter içindeyiz ve tuz bizi yiyor… Keşke Gandhi’nin tuz yürüyüşüne benzese de, değil. Tansiyonu yüksek bu halka reva görülen yaraya tuz basma gibi bir dayatma… Güneş vurdukça radyolar anons ediyor: “Tansiyonu olanlar sokağa çıkmasın”. Sanki çıkıyormuşuz da! Bir de tansiyonu olmayan mı var!? Ekonomi ile güneş birleşiyor, emboli atıyor, beynimiz felç… Mektupta bile hâl hatırı unutuyoruz. Napan, napayım, napacan hâldeyiz hep… Kimse aslında ne yapması gerektiğini bilmek istemiyor zaten, zor olduğunu bildiğinden.
Çocuk gibiyiz hocam. Saklanıyoruz ama istemesek de buluyorlar bizi ve dilimizi, dinimizi, imanımızı da  kurtaramıyoruz artık. Yüreğimiz daralıyor, sevgiler sığmıyor, eksik kaldığımızı öldüklerinde hatırlıyoruz. Gömdüklerimizle övünüyor, onlara ağlıyoruz sadece. Hep yaz diyorsunuz ya bana, yazmak kolay değil. Siz de biliyorsunuz uzun yazılanı okumuyor, kısa yazılanı anlamıyoruz. Ders çıkarmak zor yani! Hayatımız yüzde elektronik bir gülme, üzülme… Bir ters veya düz parantez. Gayrısını kapattık... Hani eskiler dediğinden, bir kuruşluk emek vermeden, okumadan, bilmeden hayatı havaya atıyoruz ve sonraki hayatımız da rastgele… Baht yani… Ünlem koymaya, soru işaretine gerek yok. Hatta yorumlamaya da karnımız tok. Öylece biliyor, bilmemekten geliyoruz…
Eski filozofların lafları, devrimciler, vatan kurtaranlar yeter bize. Kopyalayıp duruyoruz mucize devrimler bekleyip… Kısaca günü gelince istediğimiz yere değil de mecbur olduğumuz yere gideceğiz çünkü “İlke” çocuklarımıza koyduğumuz isim sadece… Vizyon da vizon kürk bizde hocam ve sahte memleket gibi, çıplakken giyindik en ufak rüzgârda savaşa savruluyor açıkta kalıyoruz. Gülen var mı bilmiyorum ama inanan yok bize! Biz hep ters parantez olduk çünkü. Niye inansınlar ki üzüldüğümüze?
Aman neyse… Kısacası aklımdasınız. İyi ki o da var hocam. Var da, nenemin o eski sandığı gibi değerlilerimi saklıyor. Yüreğim de fena değil hani. Doktor kapacıkların kireçlendiğini söylese de, takırdayarak işliyor eski bir daktilo gibi. Sınavı geçeni tertipliyor içine… O olsun bir sınır koymuş kendine, maymun iştahlı olmamak lazım… Geçenlerde yanlışlıkla içime düşen birinin sevmeyi bile bilmediğini anlayınca, bana sormaya dahi gerek duymadan kapının önüne koymuş mesela. Kısacası, hâlâ, tertipli, temiz, beyaz bir kâğıdın üstünde dalgalanıyor. Lefkoşa Belediyesi mi ki olur olmazı içine doldurup kendini batıracak! Gülümseyin diye söyledim. Ucu çok yanık oldu çünkü bu mektubun!
Ah hocam, ne deyim bilmem ki! Şehr-i yarin hâli ortada; suyuna, havasına, bulutlara kadar bulaştı çirkef... Çöp içinde yaşıyoruz. Ne kadar temizleseler de artık yaralandık. İyileşmesi zaman alacak. Küstü bize dünyaca tanınan şehir... “Beni kimlere teslim ettiniz” diyor, yerin dibine batıyoruz. Lağım sularıyla içme suyuna karışıyoruz çıkarcılığımızdan. Evin hâli de duman… Ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Pislik içinde, karışık ve tozlu… Ben de kimin yarattığını sorguluyorum halk gibi kendime bakmadan… Ve bu karışıklıkta aradığımı unutup, bulduğumla yetiniyorum… Konu kurtulmak ya, ben de kendimin dışında arıyorum kurtarıcıyı.
Suçlu arıyor ve Ayşe’nin tatilinden başlamayı seviyoruz. Artık dilimize pelesenk. Batıranı bilsek de, çıkar kapısını kapatmak ayağa kalkan yok. Bölünüp pörçülüp birbirimizi yiyoruz oturduğumuz yerde… Gındırıktan da en ufacık rüzgârla ev yaprak misali doluyor; siz hâlâ suçlu arıyorsunuz. Hâlbuki her pisliğin altında imzamız, mührümüz var hocam, aman biri çıksa da bizi kurtarsa diyoruz yine de… Yeter ki oturduğumuz yerden kalkmayalım. Çünkü korkuyoruz, biri sandalyeyi şakayla çekebilir uzaktan kumandasıyla. Aslında yürümek lazım hocam. Yürümek tüm hastalıklarımıza iyi gelecek bence… Hani baş kaldırıp öyle kim olduğumuzu bilerek kendimizi sahiplenip de yollara vurmak başımızı.
Bir arkadaşım var koşuşturup duruyor… Sabahın o kırcı soğuğunda doğaya atıyor kendini, akşamüstleri de yüreğini önüne katarak kimsenin göremediği en güzel anları fotoğraflayıp koyuyor nete… “Bakın görün” diyor. “Bu memleketin bu hâlleri ve bu güzellikleri de var. Koruyun onları, sevin” diyor. Durumumuz malum. Ara sıra iç açıcı, güzel şeylere bakıyorum ben de... Makro, orkidelerde hatta tüm çiçekler ve böceklerde çok güzel saf bir yüz var hocam. Onlara sevgiyle bakarken sanki onlar da muzipçe bana bakar, göz göze geliriz ve ben gülümserim. Son zamanlarda insanlara bakmaktansa her sıkıldığımda doğaya bakar oldum…  Doğada “Mantis” denen bir canlı var. Biz şeytan çekirgesi diyorduk küçükken. Ben adından ve sinsi hareketlerinden hep nefret etmişimdir… Bir şey daha var. Aşık olduğuyla vuslatı yaşadıktan sonra dişisi erkeğini yiyormuş. Öğrenince hiç hoşlanmadım. Sonra doğa aşığı arkadaşlarım bana izah ettiler. Bu doğasında varmış onun ve doğa kanunuymuş da üstelik. Doğduğu yerde ölüyormuş, evini terk etmiyormuş. Hepsi onu seviyor. Bir düşündüm haklılar. İnsan mı ki?! Adı üstünde hayvan. Bir de biz insanları düşündüm hocam. Onlar da tam tersi çekip gidiyorlar. Aşığım dedikleri kadınları öldürüyorlar, namusu, aşkı mazeret göstererek. Doğaları gereği değil hem de; kanunu da yok.
Neyse mantis diyordum ya hocam, onu bile bana sevdirdi bu doğa aşığı arkadaşlar… Kısacası öyle fotoğraflar var ki kalbinize negatifi düştüğü an pozitif yapıyorlar sizi. Düşünün, gecenin bir yarısı günün doğuşuna bakıyorsunuz, o tarafta kalan akarsu odanıza dolmuş, serinletiyor, seneler önce kaybettiğim köyüm odamda, içim ısınıyor, yüreğim şiirler yazıyor...  Doğa yerini biliyor, kalkıp gitmiyor hocam. Korumaya alıyor kendini, sahipleniyor. Hâlbuki biz, ne yerimizi biliyoruz ne yurdumuzu. Bizim olanı beğenmiyor, dışarıdan bekliyoruz her şeyi. Kendimizi tanımıyoruz! Nasıl tanısınlar ki bizi.
Bazen bu fotoğrafları paylaşıyorum ben de. Sevinçle üstüne not düşüyorum "bu memleket bizim" diye… Ve biri altına girip soruyor: "Bizim mi…?”  Bozuluyor, çocuklaşıyorum tabir-i caizse. Hani elinizden oyuncağınız alınır ya, öyle! Yüreğim buruluyor, bulutlanıyorum. "Bizim" diyorum ısrarla. “Emin misin?” diyor tekrardan… Aniden yüreğimle yazdığım tüm şiirler ve yazılar içimden kopup düşüyor. İnsanın moralini bozuyorlar hocam, içinizden yazmak gelmiyor. Hasta olsanız bile, yatmak, uyumak istemiyorsunuz, o hâl! Kâbuslarla uğraşıyorsunuz. Korkuyorsunuz. Siz uyurken rüya gibi Altın Sahil’i de talan edip bozacaklar diye tetiktesiniz.
Son okuduğunuz yazıdan sonrası yok işte, yorumlanmayan hikâyeleri yazmak kolay değil... Sizden hep bir haber bekledim tam da yazdığınız gibi gün ışıltısıyla gülümsemek için. Olmadı. Siz de yoğunsunuz eminim. Yoksa yazardınız. Herkes gülümsetebilir hocam da sizinkisi çıkarsız… Ve ben farkına vardım. Artık öğrendikçe gülümsüyorum, kendi yazdıklarımla tatmin olmuyorum nedense… Aniden anlamsız şeyler yazıyorum. Ne zaman Kıbrıslıca bir öykü yazsam ağlıyorum karmaşık duygularla… Hayat yanlış başlamış zaten ve o kadar yanlış yaşananlarla dolu ki gülemiyorsunuz nedense… Herkes de üstünüze geliyor, hiç mi güzel bir şey yok diye…! E var… “Geceleri odama doğa doluyor, mutlu oluyorum çiçeğiyle böceğiyle” dedim ya! Artık nerede yaşadığımı bile öyle anlıyorum; insanlar o kadar değişti ki! Bu arada arkadaşlara emeklerinden dolayı teşekkür ederim. Ne yağmur diyorlar, ne soğuk, ne fırtına… Ha! Yazdığımda bunu anlayacak kaç kişi var diye de soruyorum.  
Şu liberal katastroflar, doğamızı da katlediyor hocam. Yıldızlarımızı da, ayımızı da söküp, bizi çevremizin de dışına itiyor maalesef hocam. İnsan olmak yetmiyor. Kaç kitap yazarsanız yazın insanlık aşkına, sizin romantizminiz anlaşılmıyor artık. Albümler de yok hatıralarınızı sakladığınız. Siz iyi bilirsiniz. Samanyolu yaratacak kadar yıldız taşıyorsunuz yüreğinizde. Beni bile bir paragraf yazıyla siz yaratıp ortaya attınız… Ağır aksak olduğumdan, kalemden koltuk değneğimi bağışlayan da sizsiniz. Bunu yazayım da, dışınızı karartmışlar, içiniz aydınlansın bari...
Hep öğretmen olmayı istemişimdir. Kim istemez ki! Ama öğretmenle öğreten arasında da dağ kadar fark var ve ben şükrediyorum bazen sizi düşündüğüm zaman... Ne kadar başka şeye vaktiniz olmasa, öğretme sizde kendiliğinden. Hani doğa resimleri gibisiniz. Baktıkça gülümseten. Hatta yağmur gibi! Bana sorarsanız, bu pisliğin ortasına yağıp vicdanın kirini alıyor, insanın bilincini parlatıyorsunuz. Sevgi ve merhamet, öğretmekle birleşmiş, ağır bir hastalık gibi sizde; ve galiba bu öğretme merakından da hiç kurtulamayacaksınız. Ne havuzlu villanız olacak, ne de cipiniz. Değişime uğramış diğerleri gibi değilsiniz çünkü… Buluta girip güneşe saklanmak, havayı karartarak insana korku salmak yok. Şimşek çakmanız, yıldırım düşürüp de insanları bölmeniz, toprağa sokmanız da… Kısacası sizinkisi aşk değil hocam, sevgi… Ortalık toz duman olsa da, siz konuşup yazdıkça inadına aydınlanıyor...
Ben de hâlâ öğrenme merakındayım. Tüm bunlara sebep de o içimdeki 15 yaşındaki çocuk. O kadar biliyor yaşamayı, kendine koyduğu oynama sınırının da hep farkında... Neler anlatıyorum yazarken ve nasıl bir karmaşayla dökülüyorum bilmem ama hep silkelemeye çalışıyorum kendimi ve silkelenip ayağa kalkmaya, içimden dışıma dönüp elimdekileri olsun kaybetmeden yaşamaya çalışıyorum. O kadar azım ki bir nokta bile kaybetmek istemiyorum hayatımdan ve kaybettiklerimden dolayı da sarsılıyorum. Başkaları gibi aşkla hayale dalsam benim fantezime can dayanmaz. Kendimi biliyorum!
Bunları arkadaşıma anlattım. Hatırlatayım çünkü bana ders vermeye vaktiniz yok; olmasın da... Hangi yazı ya da şiir yazan akıllı ki? İşte bir duygu anaforunda çalkalayıp da elekten dökülenleri yazıyoruz kendimize sonra da celallenip bazen böyle insanlara sunuyoruz... Ya hayal kırıklığı yaşıyoruz ya da kendimizi sorguluyoruz yazmaya devam ederken. Zaman var söylemedim. O içimdeki çocuk sizi hâlâ Kıbrıslıca seviyor hocam; hep sevgili bir saygıyla. Mantisler eşlerini hâlâ yiyor ama onları izleyen orkideler de yüzüme bakıp muzipçe, “bu aşk” diyorlar, “doğa kanunu”. Belki ben artık bizi anlamıyorum ama nedense onları anlıyorum. Günün batışı, o görkemli doğuşu ve o çılgın değişken bulutlarla hâlâ hayalleniyorum. Kendine deniz diyen, size benzeyen o engin sular gece yarılarında dalga dalga içime çarpıyor, yüreğimi büyültüyor dünyayı kucaklayacak kadar… Ve ben, yanlışları da doğruları da yazmayı, okumayı, şiiri, hatta siyaseti hâlâ öğreniyorum… Yerin altından çıkan, toprağın üstünde olan ve hatta göğe uzanıp her şeye imzasını atan yurdumun her bir karesinde, sesinde, nefesinde, fotoğrafında bir öğretmen, iyi bir insan var hocam; dışarıda aramaya gerek yok. Demir parmaklıklar kopuyor, sınırların duvarları dökülüyor ve ben dünyayı kucaklıyorum onların sayesinde yeniden. Bakın ısrar etmeyin. Bencil bir aşk hakkında yazmak istemiyorum. Siz geleli beri gün adayı ışıltıyla kuşatıyor evet.
Not: Bunu hocamdan öğrendim, yazının başıyla sonunu bağlıyorum artık. Size gülümsedim ve eminim gülümsüyorsunuz şu an. Işıltı bu işte, hocamı biraz olsun gülümsetebilmek… Canını dişine takıp yazmak sabahın bu vaktinde, iş güç dururken… Ve bundan ölesiye zevk almak… Size az bile! Daha ne deyim? Ben yazayım siz anlayın işte hocam. Başka birinin anlayacağı yok.

 

Yayın Tarihi: 

Cumartesi, 6 Nisan, 2013