
-Kaybetmeye dair-
Kalemle zincir kıran, umudun savaşında ben demeden uğraşanları, huşuyla uğurlayıp içimden, Denizlerle yüreğime gömmüş gibiyim... Savaşı yaşarken ganimet düşünmeden İnsan kalma savaşı veren, aydınlığa kandil olup kendini yakanlara selam olsun. Ben yaşayım da kim isterse ölsün demedikleri, ömürlerini sığınaklara saklanarak geçirmedikleri ve her tür baskıya direndikleri için. İnsanoğlu kaybettiği zaman hep geriye bakıyor nedense, yaşanan zorlukları unutup, kazanamadığına suçlu arıyor. Ömrünü harcayanların ödediği bedele hayran olacak yerde! Kazanmaya şartlanan insan, doğruyla yarışarak kaybetmenin onurunu yaşayamıyor bu yüzden. Ruhu inciniyor, ilhamı yara alıyor, örseleniyor.
Ölmeye yakın birinin gözünün önünden yaşamının geçmesi gibidir kaybedişler... Zamanın rayına oturmuş hızla giderken, durduğunuz her istasyonun adı umutsuzluktur. Bekleyişler hızla göremediğiniz yanlışlardan geçer, gençliğinizi boşuna yutar. Her kaybediş yaşama sevincinizi emer bir turnusol kâğıdı gibi, buruşur yaşlanırsınız. Kaslarınız yumuşamıştır ve bıçak acıtarak doğrudan kemiğe saplanmıştır. Yumruğunuzu dahi sıkamazsınız kaderi değiştirmek için. Ruhunuz yalan rüzgârının sarmalıyla dönüp hep aynı yere gelen değirmenlere çarpmış, yaralanmıştır. Tekrarlar bıktırır, bozamadığı ezber deli eder insanı... Dağa denize atarsınız kendinizi, ama gözünüzün bebeğindeki rengi bozar beyninizin karası. Gördüğünüz doğadaki güzellik bu düzende acaba kaç gün daha burada diyerek, eziyeti mayalar, katmerlersiniz.
Ben bir hayal kırıklığı sardım başıma olacak gibi değil! Bir fırça darbesiyle bozuldu tuvaldeki resim, şekli değişti... Mutluluğun rengini bulduğumu sanmıştım oysa. Kolay mı kaybedileni resmetmek! İçinizdeki fırtınayı dindirmeniz lazım, zarar ziyanı hesaplamanız, kalanlarla nasıl yaşayabileceğinizi tekrar hesaplamanız lazım... Yasımda kinaye var, iki dilde düşer isyanımla gözyaşım, yarınlarım az benim. Ölmüş kadının taşına bağlanmak için hazırlanan yemeniden beterim... Göz nurum, emeğim ve hayata tel tel katmaya çalıştığım her şey ümitsizliğe düğümlenmiş tekrardan. Oyaların boşuna iğnesi yüreğime işliyor.
Emeğin taşa bağlandığı an kaybettiğinizi anladığınız andır. Duyduğunuz acı ve çaresizlik, umudun bitmesinden kaynaklı bir nehir, içinizden sizi boğmaya gelir. Kendinizi ölüme bakarken yakalar, kızarsınız. Acaba’larınızı çoğaltır, nerede eksik kaldığınızı düşünür, yetmeyen gücünüze sinirlenirsiniz ve bir süre kendinizi yalnızlığa yükleyip, Arafta yaşamayı öğrenirsiniz. Kalabalığın içinde kör bir adam yol gösterir, dilsiz anlatır, sağır duyar. Ama herkes bilmemezlikten gelir...
Demokrasilerde çare tükenmez diyenler lamba yaksın arasın artık? Ulaşılmış mı ki çaresi olsun… Önce o dar geçilmeyen sokaktan başlayarak erkek kokan evlere girilsin. Bir kere erkek yaptığı zaman hovarda da, kadın yaptığı zaman, herkes ne dendiğini bilir! Ve o kadına denen şey affedersiniz ama, bazı durumlarda üstelik övgüdendir “... ‘karı gibi’dir, kendini satmak, istediğini elde etmek için her şeyi söyleyecek ve yapacak kabiliyettedir.” Buna meziyet dendiği an, yalana, çıkara, talana teşnesiniz demektir. Çareniz seçilmiştir, artık başınıza geleceği kestiremezsiniz, belki de bu müphem, gizemli ama hep kazandıran, kendini boyatmış, duygusallığı paradan Leylâdır hoşa giden... Hani derler ya, ‘Halk kısa yolla anlamayı/anlatmayı pek sever’, benzetmelerim ondan! Sorarsınız bazen ne var ne yok diye, ne isterse olsun der... Cevap budur. Kendini ciddiye almamanın en iyi izahı ‘kim seçilse aynıdır’ tam da burada oturur, yüzünüze bakar ve aşağılanmaya sizi de katmak için göz kırpar...
Beyinden başlayarak bütün duyularınızın muhalefeti, teröristler gibi, kaybettiğiniz zaman tadı kaçar hayatın, kötü kokulardan nefes alamazsınız, boşuna konuşmalardan kulağınız paslanır, pencereniz karanlığa açılır, göremezsiniz... Dokunamazsınız zamana, parmaklarınızın ucundan erir, yüreğinizdeki kuşları vururlar bir bir. İçinizde ölümüne bir matem var... Sözler tokat olur kopası teline vurur insanın. Kime rağmen! Sevinçler... Yüreğinize taş olur oturur. Aç kalanlarla satın alınanları veya korkutulup yıldırılanları, hiç konuşmayan konuşturmayanları, haksızlıkları ve en çarpıcı olan bunlara rağmen kazananı anımsadığınız an kaybeder, dibe vurursunuz. Tedavisi güç insan ruhunun, çünkü soyut! İçinizle baş edebilecek doktor da sizsiniz, ikna olup iyileşecek hasta da. Becerebilirseniz!
Niye insan sıkıntıya düştüğü an en çok çocukluğunu hatırlar. Maksat masallar anlatmak mı, yoksa kendine mazeret aramak… Şu yalancı çoban hikâyesini okuyanların acaba kaçta kaçı hayatta veya yaşadıklarını zannediyorlar. Ne kadarı korkup irkilmiştir çocukluğunda bu masalı okurken... Aklıma bir şeylerden kurtulmak için söylediğim yalanlarım gelir. Kandırabildiğimce açıkgöz zannederdim kendimi. Annem vazgeçiremezdi, pişkindim çünkü, çocuk olmak en büyük mazeretimdi. Ne olduysa ‘yalancı çoban’ı okuduktan sonra oldu, yalan üstüne kurgulayarak kazanabileceklerimden vazgeçtim. İnsan büyüyünce kurtların insanları parçalamak için sebep aramadığını öğrenir kırmızı şapkalı kızdan neden ders çıkarılmadığına yanarak. Şimdi herkes ben de böyleyim diyor eminim... Ama altı yeşil mum gönderildi yatsıya kadar olanlara ve bazılarımız da mumla doğruyu aradı geceyi gündüze katarak. Gün ışıyınca kazanan ortadaydı. Utancı saklayacak kalbur yok! Söyle diyoruz... Her şey mubah kazanmak için... Ve onlar neyi kazanırlarsa, insanlık kaybediyor...
Zor şey doğruyu söylemek... Kalemi doğru tutan el kırılır, konuşan susturulur, beyaz bir sayfa bulmak hele, yazmaktan da zordur. Köşeyi dönerken bucağı kirletenler binalar kaldırmış mevzilenmiştir. Ve doğru, yüreği olanda yaşar zaten çünkü yürek zarar hesaplayamaz... Sınıfta kalanların, okumayanların, bilmeyenlerin, öğrenmek istemeyenlerin dünyasını kurtarmak için savaşırken, yapamayacaklarıyla, olmadıklarıyla övünenlerin yalanı ve utancı ruhunuza yüklenip, vefasızlık da yapışarak üstüne, adrese gelir ve kimliğinizi sorgularsınız. Biz buyuz dersiniz... Bu olmayı yüreğiniz kaldırmaz.
Ruh incindiyse tedavisi zordur, zor... Ne yeni bir aşk, ne yelkeni doğruya açtığın denizler kurtarır seni. Tarih göstermiştir; yalanla Denizleri bile asarlar... Her şey ders çıkaramadığımız kötü bir masalın tekrarı... Kısaca, dağda ateş yakıp ormanı yakanlar, dumanla yenilginin işaretini çoktan vermişlerdir mideden mütevellit hayatlarıyla… Yarı yolda kalan insandır üzülen. Umudu yeşertenleri yollatmışlar, arkasından ocak taşı atmışlar, süpürmüşler, süpürgeyi ters çevirip üzerine tuz serpmişlerdir. Yollar kesilmiş, diz kırılmıştır yani! Yürümeyi tekrar öğrenmek zaman alır. ‘Adam olmak’ için kaç fırın ekmek, yüzeye çıkmak için kaç kulaç hesabı yaparsınız tekrardan...
“Kaybetmeye, acıya ruhu en çok dayanabilen insandır” demiş Tanrı! Bedeni iktidar yapmış, ruhu kurtarmak için. Üzüntüden bana haram dediğiniz lokma mecburen boğazınızdan geçer, düğmeye basar bir fabrika gibi çalışır, yer doyar, çıkarır, yıkılmaz, idare eder beden, nefesi kullanır dipten yüzeye çıkmak için. İnsan olan kurtulmanın yolunu her zaman bulur. Elinden gelenin fazlasını yapmıştır çünkü ve yaralarını, o fazlasıyla sarar... Aydınlık çehresiyle çıkar sokağa, kitabı koltuğunda. Kitabında kalk arap otur arap yoktur. Bazılarının ona bakacak yüzü de yoktur zaten... Yürürken gölgesi insandır, sürünmez ardından, güle oynaya gelir. Aynı nakaratla hatır sorar, belki de aynı dili kullanır, ama anlatmak istediği bambaşka bir şeydir... Teli şiirle örten bir hanımeli çiçeği şairdir veya gitarının teline tahammül edemeyip koparan müzisyendir ya da bıkmadan usanmadan bir özgürlük türküsünü soluk almadan çağıran, konuşan, yazan, anlatabilendir kazanan...
Kazandığını zannedenin gözü yerdedir, yaşanılan fıkrayı anlatırken. Ağlanacak haline bakmaz, buruk gülümsemesinin ardına saklanır, yanlışını anlattığının farkına bile varmaz. Gözünüz kapalı dinlersiniz... Adam/ı... Size bu ‘hayat kadını’ Afroditin adasında niye 40 senedir bir umut doğmadığını, doğamayacağını, doğsa da yaşayamayacağını söyler... Birilerinin yaratmak için aşkla çalışarak yaptığını, ötekilerin hiç umursamadan gelip nasıl çıkarla bozduğunu anlatır ve gülmenizi bekler... Doğacağı değil de bozacağı isteyenedir lafım...
Oyalı yemenimi ağıtla / bağlamışım Afroditin taşına / sebeb-i halkım merhaba! / Gün doğmuş güneşin ardında kalmışsın / Kandırılarak / Yetişemedin / Attan almış / Gözünü sürmelemiş eşeğin / terkine aktararak semeri / üstüne yalanı bindirmişsin / Allayıp pullayarak / Başını ne kadar çevirirsen çevir doğruya / Gideceği yer belli, sen seçemezsin / Uçuruma ezberlemiş yolunu / Ne yapsan değiştiremezsin...
Memlekette her şeyin halleri böyle...
Son yorumlar