NİNESİ MASAL

Ferdi Başkana sevgi ve saygıyla…

Hani küçük bir ülkede savaş çıkmış bir akşamüstü/ umut ayrılığa koymuş valizi/ yüklenmişler bir dolu otobüs insan/ ve bekliyorsun garda/ tüm masallarının ninesi gelecek/ ve bir bakmışsın ki yok/ yerden yere vuruyorsun kendini/ öldü diyorsun/ hiçbir şey aynı olmayacak/ ve bir de bakmışsın ki/ bir daha aynı olmuyor artık hiçbir şey/ masal ninen ölmüş yani!/ Savaş çıkmış o ülkede/ umut hep akşamüstüne, valizi kor-muş/ yaşamdan kaçışlara ateşten/ damarlarında hissetmek zor anlatılanı/ nasıl bir aşk yaşamışsan kendine göre/ yangınlarla yalnız başına bunca sene,/ boşuna tüketerek yarattığın kaymağı/ üç dilin de yapışmış dudağına yakmış ağzını/ doldurup miadını, sonlanmış hüzünlerle/ Çıktığında kapıdan, nasıl üşür bedenin alıştığına/ nasıl bir eksilince boşluğu hissedersin/ sanki soymuşlar seni kabuğundan bıçakla/ tüm tenin inceden ince yaraların içinde/ teni gibi yeni doğan çocuğun/ sen artık sanki eski sen değilsin/ ay düşse üstüne/ irkilirsin/ Senden çok başlayan, sınır önünde/ küçülür büyür iken saydığın/ burulur içinde, azalır eksik kalır/ boşalır kalbinden ona alıştığın yer/ emeklerken dizlerinin üstünde, yanlışların içinde,/ onsuz başlayan her gün/ patlar tokat gibi yüzüne/ attığın her çığlık yıldızlara düşer/ ay karışmaz işine/ yalnız kalırsın/Umut koymuş valizi akşamüstüne/ senelerce boş bir gölge düştü üstüne/kararan bir köşeydi kaderdi ayrılığı/ yaşanan yalnızca olan yazılan da çizildi/ Yanlış sokaklara sapılmış yolsuz kalınmış/ dönülmez olmuş yorgunluktan geriye/ gençliğin ipi asılmış hamağına/ üzerine atılan ağdan bir yorgan/ kaba-hat vahşi bir at/ mutsuzluk dörtnal inat/ hızla geliyordu üstüne/ İçindeki çocuk çekerek onu/ gözlerini kapatıp kendi eliyle/ koyacak yer bulamadan/ attı aşkın uçurumuna/ Yalnızlığın şişini geçirip bedenine/ ayrılığı işliyordu durmadan/ Savaşın yorgunluğu üstünde/çıkamıyordu her yer kaygan/ ve kayıp, kayıp gidiyordu etrafından/ tutunduğu ne varsa…

Kocaman, kendinden büyük çantadan bir iki reçel kavanozu çıkardı, uzattı, gözü yaşlı... İkinci yokoluşa kendince “hayır” demiş, evini bırakmamış, Leymosun’da kalmıştı. Dedem de onu mazeret gösteriyor, “Aha bu… !” diyordu, gözleri yaşlı… Sanki kendi gelmek istermiş gibi! Platres’te ağaçlarını kesmiş ve kırmızı tuğladan evini yerle bir etmişti faşiştler dönmemesi için… Orada yalnızca iki Türk yaşamaktaydı: Onlardı. Şimdi Leymosun’daki eve ektiği yenidünyaları bırakamıyordu besbelli ve dedem kocaman bir mazeret bulmuştu kendine. Küçücük kadın ninemi gösteriyordu eliyle. O gelmiyordu, ne yapsındı ki…

Ledra Palas’ın avlusundaydılar. İki taraf da barış gücünün eskortluğunda gelmişti… Yollar kapanmış, ayrı düşmüşlerdi ve orada o ısıtmayan güneşin altında sanki kendi ülkelerinin iki tarafa da ait olmayan yaban yerindeydiler. Yeşil Hat deniyordu buraya. Niye öyle deniyorsa! Terk edilmiş, azganlar bitmiş, bakımsız bir yer. Yeşil bile değildi ve sarayla da ilgisi yoktu; dökülüyordü… Kendi ülkelerinde misafir gibiydiler. Ürkek, yuvasına nasıl döneceğini bilmeyen, yolunu kaybetmiş güvercin misali başkalarının eşliğinde buluşmuşlar, gözü yaşlı, ağlamaklı, kucaklaşmışlardı… Küçük ninesine sıkıca sarılmış, o yumuşacık göbeğine başını yatırmış, gözünü kapatmış, o temiz kokusunu çekiyordu içine hasretle… Ninesi yaban ot kokardı; nefes alamadığı zamanlarda, acı çektiğinde, bir şeyden kaçmak istediğinde ona kol kanat geren yeşil çam ağacıydı onun, oksijeniydi.

Dedem kavgada hep onu ezip elediğini, galip geldiğini zanneder, kovboy çizmeleriyle kabadayı gibi diklenerek giderdi. O, kavga bitince yerden kalkar, üstünü silkeler, karpuz keser, sevgiyle doyururdu bizi… Onunla mevsim hep karpuz zamanıydı ve dedem bile yenildiğini bilirdi… Acayip bir nineydi. Hiçbir geleneğe uymaz, masal anlatmaz, hep başından geçen kötü olayları anlatırdı. Kemlik abidesiydi sanki! Bir de namus üzerine konuşurdu. Her çeşidinden tüm varlığı ve mutsuzluğunu onun üstüne kurmuştu… Erkeklerin soğan olduğunu, tatlısı olmadığını ilk ondan duymuştu. Gaddardılar, doğadaki hayvancıkları merhametsizce, acımadan vurduklarından… Üstelik avcı sanıyorlardı kendilerini. Boşta, “sahipsiz” kalan savunmasız kadınları, etekleri sıyrılıp dizleri göründüğü an yüreklerine girip namussuzca yalan söyleyerek arkadan vururlardı bunlar… Ve ayıp hep kadınaydı nedense! Kendini sakınmalı, tenini saklamalıydı. Aksi, hovarda erkeklerin aklına utanmazlık düşürebileceğiydi... Erkekler yılandı kısacası.

Amiyanto’da işleyen bir işçinin kanseri soluduğu gibiydi anlatımı. Bu konuda hassas ve çok yaralıydı. Dedem onu fukaralığın içine bir çocukla bırakmış, oraya çalışmaya gitmişti daha yeni evliyken. Masallar hep bu minvaldi. Fukaralık, açlık, yokluk teması işlenir, sonu namusla noktalanırdı… Sonunda, çocuk masallarındaki kötülüğün iyliğe galip geldiği o süsleme de yoktu… Kupkuru kötülüktüler keskin bıçak gibi kanatıyor, hatta buza kesmiş su gibi insanın yüreğini donduruyor, acıtıyordu… Hep çok az konuşandı. Sessiz bir gizem taşırdı. Her şeyi bilen, konuşmayan bir kadın ermiş sükütu vardı onda… Noel baba gibi sakalı yoktu, ton ton değildi alışılmışın dışında. Onu çok sevdiğim hâlde güzel de gelmiyordu; hatta çirkindi. Çocuk gözlerimdeki o sevgiye rağmen bunu görebiliyordum. Sonradan tüm hayatım boyunca insanlarda ruh güzelliği aramamın da sebebiydi ninem…

Evin olmayacak köşelerinde, kuruşa kurşun atan dedemden her yaz gizlediği bir sırrı vardı… En çok da nasıl becerip de üstüne çıkıp yattığına hâlâ şaştığım, o küçük eve hiç yakışmayan, gümüş renkli,  dört direği altın topuzlu yatağın altında yüreği kadar kocaman bir hazine saklardı… Yeni çarşafların, yastık yüzlerinin, havluların sıkıştırıldığı karton kasalar ve eski valizler vardı o yüksek yatağın altında. Kızlarına sakladığı ama onun namus anlayışına ters düşen acayip evlilikler yaptıklarından onları affetmeyip, layık olmadıklarını düşündüğünden vermekten vazgeçtiği çehizlerdi bunlar. Aralarına sokuşturduğu mendillerde düğümlü sürpriz kuruşlar saklardı. Noel babanın hediye paketleri gibi hep acayip, değişik yerlerdeydiler, hangi karton kutudan, hangi valizden çıkacakları belli olmazdı..

Kuşlara sağa sola su bırakan, ekmek kırıntılayan merhametli insanların yüreğini taşırdı ninem… Yazları kendine taşınan, o üç çulsuz, parasız çocuğa o mendillerde bir umut saklar gibiydi veya ben böyle düşünürdüm, bilmem! Her ikindi 3 yetimler odaya dağılır, karıştırır, ayrı yerlerdeki üç mendildeki çoklu kuruşlardan anlaşılmaması için sadece bir tanesi alınır, bağlanır ve yerine konurdu…  3 kuruş tamamlanıncaya kadar devam eden heyecanlı ve gizemli bir oyundu bu. Allahın emri üçtü, üç kişiydiler ve 3 kuruştu hakları; hiçbir zaman bir fazlasını almadılar. Akşamüstü gezisinin harçlığı, yuvarlak, üstü çikolatalı bir bisküvinin fiatıydı 3 kuruş… 3 parçaya bölünür ve en yavaş şekilde yenirdi. Aynı anda bitmesi şarttı, ötekinin canı çekmesin diye… O, bilerek veya bilmeyerek, ninemin alın teriyle çocukluğumu tatlandıran, bana hediye ettiği en tatlı anılarımdan birisidir…  

Ledra Palas’ın sarı taştan duvarları ışıdı bulutun arasından sızan güneşle… “Ninem” diye haykıran o küçücük sessiz kadının nidası duvarlarının kalan sıvasını biraz daha döktü. Bakımsızdı hotel. O da barış gücünün ganimetiydi. Sahibinin tüm birikimini çar çur ediyordu içinde kalanlar. Mazeretleri ve yaptıkları iş dişe dolgu değildi, dişten artırılanları onlar da yağmalıyordu. Kollarının arasındaki çocuğu daha bir kucakladı nine. Sıkıca o da ona sarıldı aynı şiddetle… En küçük oydu ve gelenekler ona bu hakkı tanıyordu. Bu ülkede sevgiyi, özgürce, yalnız küçüklerle yaşlılar yaşayabilir ve gösterebilir. İkisi diğerlerine bakmadan, kendilerini kasmayı bırakıp, güldür güldür ağladılar. Bakımsız otların sardığı sahipsiz kalmış o koca hotelin bahçesinde birkaç kuş bu acılı nidadan rahatsız olup kasvetten havalandı… Barışın gücü uzaktan bakıyordu hâlâ…

Nine, hayatı boyunca çalıştığından, kimseye ilgi duyacak, sevgisini gösterecek vakit bulamamıştı; kızlarına bile… Hep bir mal edinme çabası peşinde yaşamıştı hayatını. Önceden gereksinimdi, sonrasında tiryakiliğe dönüşmüştü. O kadar ki, 60’ında hâlâ işçiydi… Ağaçlara tırmanıp portakal topluyordu ihtiyacı olmamasına karşın. Platres’te zenginlerin içinde yaşadıklarından mal edinme arzusu onları sarmış, farkı kapatmak için canlarını dişlerine takmışlardı. Ninem az yemiş,  uçurumun kıyısında, ucuz bir yer satın alarak küçük bir ev yapmışlardı. Ninemin bağrı yanıktı ama dedem, onun alın teriyle yapılmış evden, tapuda kendi üzerine kayıtlı olduğundan, her kavgada onu kovardı. Küçücük bir kulübe gibiydi paylaşılamayan; kırmızı tuğladan, 3 göz odadan ibaretti sevgililerin hayallerinde dillendirdikleri “samanlık seyran” kırmızı kiremitli… Yeşil tahta pancurları vardı ve tahtadan iki yana açılan garaj gibi de bir kapısı. Hangi akla hizmet öyleydi bilmem! Evden çok, bir tahıl ambarına benziyordu o kapıyla…

Aynı dam altında bile değildi odalar. Büyük bir oda, dışında ufak masa bile sığmayan bir mutfak ve kullanılmayan küçük bir tuvaletten ibaretti. Malum, ağaçların bolca gübreye ihtiyacı vardı! Bahçe mi…!? İşte o  kocamandı, hatta kat kat. Dedem her kata değişik meyve ağaçları ekmiş, ninem de bahçenin tüm sınırlarını kokulu güllerle çizmişti. Ağaçların meyveleri satılıyor, satılmayandan macun yapılıyor, sınırdaki güller de koklanmaktan ziyade gül suyu çıkarmaya yarıyordu. Kısacası bahçe, zevke değil, geçim derdine ekilmişti. Ninem fukaralığa çok kızar, birilerini hortlatırdı devamlı. Anasını kınar, babasına söverdi fakir doğdu diye ama en çok da hıncını yandaki ciradan çıkarırdı. Bilhassa tavukları öldüğünde ya da ağaçlarından birinin dalı kırıldığında, bahçe komşusuna tüm beddualardan bir demet yollar, ırkından başlayarak tüm sülalesine, hatta geleceğine söverdi… Hep bir suçlusu var insanın ve ninemin “Durali”si de oydu. Evet, kırmıştı ağacın dalını, tavuğunu zehirlemişti, gözü tutardı, kısacası fenaydı… Ne demişler: Ev alma, komşu al! Kötü komşu senin tüm hayatını zehirleyebilir işte böyle ve artık hiç adil düşünemezsin…

Ne kadar gerçekti söylediği, bilmezdim. Hâlâ bilmiyorum. Ama o da çok suratsızdı, sıskaydı, kupkuru simsiyah giyinir, beyaz saçlarını da kara bir yemeniyle bağlardı. Ölüsü yok, sanki hep yası vardı. Oğlunun Eokacı olduğu ve nerede olduğunu kimsenin bilmediği söylenirdi… Belki de öldürüldü derdi ninem. İçten dışa kapkara bir resim gibiydi kadın. Siyah beyaz bir fotoğrafın negatifi gibi de kapkara bakışları vardı. Öfke, hiddet, hatta nefretle bakan o gözün karesinde, benim o çocuk hâlimin bile, danne yeri yoktu. Beni hiç sevmezdi, bilirdim. Kuzgunun yavrusuyudum; düşmandım yani… Hâlbuki Platres’te çok yabancı yaşardı. Kimse, hatta o bile onlara bana davrandığı gibi davranmazdı.  Hep bir alıp veremediği vardı ninemle, ninemin de onunla. Arada benim çocuk ruhum kaynar, yanardı… Ben de suçluydum ona göre çünkü ninem asker urbaları yıkar, onlardan para kazanırdı. O, oğluna askerlerin yüzünden hasretti; pislikte boğulsunlar, oğlu da artık evine gelsin istiyordu…

Hiç gülümsememişti bana. Akşamüstü, o köyün ritüeliydi, herkes yollara çıkar, ellerindeki bastonlarla yolların kenarlarına ekilmiş kiraz ağaçlarının altından yürürlerdi. Elimdeki bana benzeyen o küçücük ince bastonumla, çirpi ayaklarım ve fırfırlı elbisemle, sahipsiz, yuvadan düşmüş kuş gibiydim. Yolda yürüyen kim isterse olsun muhakkak bana gülümserdi… O da gülümsesin isterdim; hatta illa ki o gülümsesin… Ona güllerin ardından şer atar, şirinlikler yapardım. Sevsin isterdim beni…

Seneler sonra savaşlar ninemin Platres’teki canının yongasını, evini elinden aldı. Ninem oradan Leymosun’a taşındı ama o ninemin cirası benim aklımdan hiç çıkmadı…

Belki de oğlu gelmiştir diye düşünüyorum seneler sonra oraya gittiğimde. Hayallerime, araziye dönmüş o bahçeye ve eve de o kıymıştır… Tüm ağaçları, gülleri sökmüş, asmanın talvarını, evi de yıkarak o cenneti belki de cehenneme o çevirmişti. Dağda, mağaralarda ölüm kokusuyla geçirdiği o anasına hasret senelerin hıncını da bir güzel çıkarmıştı belki de… Ve belki nihayet o hiç gülmeyen cira da artık gülümsemiştir. Olsun! Nedense her şeyin inadına, hâlâ o çocukça isteği duyuyorum yüreğimde; her şeye rağmen o kadın bana gülümsesin istiyorum. Beni sevmediğinden içimdeki çocuğu acı içinde bırakmış olsa bile… Hâlâ, bugün beni tanısa muhakkak severdi diye iyimser bir düşünce var içimde…

Ninem bir inat, savaşta görüşemediğimiz hâlde yanımıza gelmiyordu… Platres’in üstünden seneler geçmiş, gül kokuları kesilmişti hayatından ama ders olmamıştı. Bu sefer de ninemi dışlayan dedemin başına patlamıştı kabak. İkisinin de çalışarak hayatlarını ve hatta çocuklarını yaşamadığı zamanlar Platres’in yıkımıyla boşa gitmiş, dedeme haber vermeden ninemin gizlice Leymosun’da satın aldığı eve yerleşmişlerdi şimdi de… Ve ev ninemin adınaydı. Çark dönmüştü. Dedem, o ölene kadar, sokağa atılma endişesi yaşama cezasını çarptırıldı… Tek farkı, ninem bunu hep muzip bir gülümsemeyle söylerdi bana ve ben de onunla birlikte gülümserdim. Çektiği ezginin şahidiydim. Dedemin cezası kesilmişti.

Kırık bir akşamüstüydü. Orada, o Ledra’nın bahçesinde yabansı bir koku vardı. Akşam yemeği saati geliyordu ve aceleciydi barış gücü. Aman bitirsinler de gidelim telaşındaydılar… Ninem valiz gibi  çantasını tekrar açtı, içinden 3 tane çikolata çıkarıp bize uzattı. Herkesin bir çikolatası vardı şimdi ağzını tatlandıracak. İstedikleri hızda yiyebilirlerdi, özgürdüler ama ne hâlse hiçbiri yemedi. Ellerinde tutup kaldılar bu acının içinde; bu yaban yerde canları tatlı çekmiyordu… Çantası sanki valiz gibiydi ninemin, her şeyi sığıyordu. Hatta ninem girse, onu da sığacak gibiydi. Saf deridendi; sağlam, kapkara…

Platres’te yaşarken, kış aylarında para kazanmak için Leymosun’da kalır, bar kadınlarının yaşadığı bir hotelin temizliğini yapardı. Kazak dedem bundan gocunmaz, kıskanmazdı. Ninem, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez pozisyonundaydı; tüm zamanların namus anlayışına ters bir muhabbet tellalının hotelini temizlerdi. Gayet pahalı bir çantaydı elindeki. Markaydı. Made in Italy yazıyordu üstünde. Barda flamenko yapan çok kıvrak fettan bir bar kadını vermişti onu nineme. Hatta fırfırlı, cart kırmızı eteklerinden biri de ninemin eski valizlerinden birinde duruyordu. Çanta, bar kadınının teriyle yoğrulmuştu, iyi para ederdi yani! Namus düşkünü ninem “hayat kadını” demez, onlara nedense “hovarda” derdi. Kadın, terinin karşılığını hovardaca harcamış, pahalı çantayı almış ama zevk almadığından, kirli odasını temizleyen nineme vermişti belli ki! Ninem, cüce kadar kısacık, kambur bir kadın. Pahalı deriden o kocaman çantası hep eğreti, hatta bir valiz gibi dururdu elinde ama benim gerçeğimdi… Köküm, o kupkuru, sevgisiz çocukluğumun sıcaklığıydı. Masal kahramanımdı ve ben kucağına yapışmış bırakmak istemiyordum onu. Yetimdim ve yeterdi…

Tüm kadınların aksine, kız çocuklarını daha çok sever, bana hep “kara kız” derdi. Saçlarımın sarı olmasına bakmadan, “esmerin tadı beyazın adı var” derdi ama sanırım kadın kaderimden yakıştırırdı bana o sözü; onun geçtiği kara yollardan geçeceğimi bildiğinden! Hep içimdeki çocuğa yatırdım onu. Bir gölge gibi hep ruhumda yaşadı. Hâlâ yaşıyor yanlışı doğrusuyla… Onu son görüşüm de Ledra Palas’ın sarı taşlarının gölgesinde kaldı. Elinde valizi, o kararlı siluetiyle, bizi barışa ulaştıramayan ve bir daha da buluşturamayan barışın gücünün hâlâ içinden çıkmadığı o ganimet, sahipsiz hotelde dondurdum hayalini… Sonra onsuz hep üvey bir hayata büyüdüm. O, orada kaldı. Hatıralarımın bir ucunda, o hotelin avlusunda, o akşamüstünde… Onu bir daha görmedim…

Mübadele dediklerinde içim uçtu, gittim ve bu sefer de onu yine savaşta terk edilmiş bir havaalanında bekledim… Tüm otobüsler, tüm insanlar geldi, masal ninem gelmedi. Evinde kaldı. Dedeme kızar, “evi sana vereceğim ama şartım var. Onu evden atacaksın” der, bana gülümserdi.  Platres’teki o evden kovulduğunu hiç unutmadı ve hayatları neticede bu evler yüzünden kendilerinden kovuldu. Ninemle dedem hep birlikte ama yalnız yaşadılar. Neticede de yalnız öldüler. Ben, ölürken bile yanlarında olamadım… 2003’te, onları, Leymosun’daki bir caminin avlusundaki iki taşta yazılı gördük. İçiçeydiler sanki… Birileri bize, fazla yer olmadığından üstüste gömüldüklerini söyledi. Ne kadar gerçek payı olduğunu bilmiyorum! Hayattayken ev kavgası yapıyorlardı ama birileri fazla yer tutmasın diye o cami avlusuna onları birlikte gömmüştü işte…

Savaşlar, fukaralıklar, hiç yiyemediğimiz yaban şeyleri yedirdi özümüze… Ganimet evler, hoteller, şehirler ve içinde tembel duygularla olmayacak hayatlar yaşadığımız ganimet ülkeler yarattık kendimize, refah içinde yaşadığımızı düşünerek… Doğaya üç kâğıt attık, içimizdeki ormanları evler için budadık ya da birileri bir şekilde onları söküp attı içimizden. Hep kısa aşklarla birbirimize yanıp söndük, köksüz o yılbaşı ağaçlarındaki ışıklar misali… Tutkularımız her sene sonunda havai fişeklere patladı. Sevgilerimiz hızla fırladı, rengârenk yandı ama çabucak toprağa düşüp söndü hatıralarımızla… Şimdi de ganimetlerimiz yağmalanıyor. Çünkü biz uzun hiçbir yazıyı okuyamadık; şiirleri bile… Türküleri erteledik hayatımızdan. Katlettiğimiz doğamız icabı yüreğimizi dinlemedik, ruhumuz yerleşemedi, aşk da ölüm gibi hep kısa kaldı, yaşayamadık. Siyasetimiz dam altında kahve kokularıyla buğulanmış camlarda, geçmişimiz de ganimet eski binalarda kaldı hep sıvası dökülen…

Kısacası özümüz yüreğimizde ukde kaldı…

Akşam-üstünde/ savaşlar çıkan o küçük ülkede hiç yaşamadığı/ masalar kuruyordu/ Bin bir fantezi karanlığın içinde/ suya gömüp başını yakamoz oluyordu/ derinliğini bilmediği denize karşı/ Parçalanmış bedeni balıklara yem gibi/ oltaya takılmış ayın ışığı…/ Siyah beyaz limanda Kıbrıs şarkılanıyordu/ küçük kız hayıflanıyordu/ ufuk yanaklarında salaş kırmızı kan/ durup her durakta, utanıyordu/ Yüklenmişler bir dolu otobüs insan/ve bekliyorsun garda/ bir bakmışsın ki yok!/ Masal ninen ölmüş. Yani!/ Umut akşamüstüne koymuş valizi/  

 İçindekilerin hiçbiri,
  yaşanacak gibi değildi.

 

Yayın Tarihi: 

Cumartesi, 12 Ocak, 2013