İŞTE BİR SABAH... UYANDIĞIMDA…

-Mektup-

Mektuplarıma/ saat ikiyi beş geçer diye başladığım zaman/ Bir ümit boyacısıydı kalemim/ kelimelerim bir destek insan vicdanlarına/ Kâğıtlarımın dilleri sınırsız benim/ Ve yasaksız düşünceler/ akar rengârenk insanlara/ benden habersiz/ Şiirler yazar gibi mektuplar yazdım/ Kimi hasret üzere kimi aşk/ Kimi yasaklanmış yerlerde/ özgürce gezdi ruhum/ yazdığım cümlelerle/ Ay ışığını koydum kâğıda, yıldızları/ Sevgiyi/ ve denizini ada-mın/ Mektupların içine misk yaseminler sakladım/ Ve güneşini yapıştırıp üstüne/ Barışa postaladım/İnsanlar cevap vermedi yazıklarıma…

                                                                      
Sen yoktun, umut çekip gitmişti yine. Kendimi bir limana demir atmış, senelerdir boşa seni beklerken buldum, sahipsiz gemiler gibi… Aşklar sönüyordu insanların gözünde, sen hasrettin, kimsesizliktin… Dudaklarıma sürülen acıydın çocukluğumdan kalan ve hâlâ yakıyordun… Herkes birbirine hüzünle bakıyordu, tüm ömrüm kuraklıktı, göç ediyordun durmadan; kereviz saçlı kızlar, fidan boylu oğlanlar yitiriyorum… Dağına taşına vurdum başımı, sıkıştı soluğum, yankılanmadın. Bir balkonda asılı kalmışım sallanan sandalyede, evde doyuracak kimse kalmamış, yüzümde çizgiler, saçlarım beyazlaşmış, önlüğümü çıkarıp duvarlara asmışım... Geçmiş bir rüzgâr gibi esiyor içimden… Bir alana savuruyor beni, rengârenk insanlarla doluyorum, şarkılarla türkülerle çağırıyorum seni, umut dolu ellerim göğe uzanmış, başaklar gibi… Ve sen sanki artık soluyorsun, yavaş yavaş ferimle…

Kaç kırlangıç mevsimi geçti, sen gelmez oldun, konamadın bağrıma; sanki yuvanı yıkmıştım, insanlar umutsuz kalınca ölüyor barış, sevinip sarılacak insan kalmıyor… Karşılıksız sevdasın bana, yatıra mum yaktıran. Polisin kıyısına kurulmuş yıkık dökük bir duvar sence hâlimi anlar, derman olur mu dersin eriyip tükenirken? Kendimi tanımadan seni tanıdım. Kimin gözüne baksam yeşil, kime dokunsam mavi, kimin yanında dursam sana aşık olurdum. Gözümün karasıydın, şimşek çakar, yıldırımlar düşerdim. Sen hiç yar olmadın bana, beni hep yaraladın. Gelen kazıdı seni, giden kazıdı, sen kangren oldun barış… Ve benim ömrüm kesildi.

Maziye sofra kurar seni anardık, iyi saatte olsun, düşmezdi dilimizden. Yiyemediğimiz çok şey koymuştun önümüze, köprülerimizi yıkmış, bizi/bize unutturmuştun. Bahar gelecek, çiçek açacak deyip ömrümüzü kuruttun, hep arkandan baktık, çok ağladık, sana çok sular döktük barış. Göbeğimizi anamızla kesmişlerdi bize sormadan… Biz senle beşik kertmesiydik. İlk ezanla ağzımıza nar suyu sıkmışlar, ismini üç defa kulağımıza fısıldamışlardı. Adımızdan önce seni söylerdik, kimse arka çıkmadı bize… Dayımız ölmüştü Alman harbinde; yoksa 58’de mi? Ya da 63’teydi, hatırlayamadım… Ve çok şeyler geldi başımıza, gelen vurmuş, giden unutmuştu… Biz dört duvar arasında kalmıştık barış, biz Leyla’ydık, saçlarımıza bağlamıştık umutlarımızı, sana uzatmıştık kesemiyorduk. Mecnunlar da askerdi, dağlara taşlara vurmuşlardı aşkından, mevzilerde beklerlerdi seni her gün şafakla doğarsın diye belki… Herkesin gözü vardı sende kısaca, ama kısmet nasip değildin, murada eremedik, ayağına basamadık, sözümüz geçmedi sana, kendimize bile geçmiyor hâlâ...

Biz bölünmüş sokakların yanlışlarıydık. Yakaladıkları yerde bizi soyarlar, yüreğimizde seni bulurlar, ceza keserlerdi, sen yasaklıydın. Biz namustuk… Ele silah verilir, adım saydırılır, ölür öldürünürdük düellolarda. Sebep hep aynıydı; komşu sırmalı helaline göz koymuş… Düzendi bana sorarsan, çünkü arada bıçaklanan bizdik, sana kurban olurduk, alnımıza kan sürerlerdi, kesen de biz olurduk, kesilen de… Senin için çok kan kaybettik barış. Göz koydular bize, ta eskilerden alın yazımızdı. Bıyıklarını buran, dişindeki çifte şilini ısırıp gözünü kırpan, kandırmıştı ikimizi de kırmızı ceketiyle. Biz o zaman da güzeldik barış, arastada işçiydik, emek satıyorduk yarım şiline, ucuza kapatıyorlardı bizi, yol geçen hanıydık ve kim tutarsa elinde kaldık ömrümüz boyunca; bizi yel da aldı sel da, çünkü fakirdik, azdık, azınlıktık. Bizi bize armağan etmedi kimse, sen bile…

Hep günü yaşar, kelebek mantinlerimizle pembe panjurlu evler düşlerdik… Mutfakta pişen sendin. Vurdumduymaz hayatlar yaşadık; başımızda esen kavak yeliydin kapılarımızı kapayan. Kendini bir şey sanan, hiçbir şeydi bana sorarsan. Zorla açtığımız hiçbir kapıdan sen girmedin, yazıklar oldun. Bizdik senin için elimizdekinden olan ve bizi harcayan hovarda hep sendin… Takvim yapraklarından sökülüp, bedenlerimizden döküldük; yarımdık, dulduk, dulgandık… Olmazsa olmazımızdın; küçük kahve fincanlarından içerdik seni, fal bakardık, güvercin çıkardın… Heyecanlanırdık 4 gün mü, 4 ay mı, 4 sene bekleyim derken 40 yıl olurdu… Ah! Barış sen ahtın… Senelerce sarhoş dalgada, kapımızı şaşırarak, durmadan yalpalayarak geçtin. Yırtılmış perdelerin ardından bölünmüş ruhlarımızla izledik seni… Kaç dilde dövünüp ağladık, kaç dinde kahrolduk bilmezsin… 

Bu ıssız ada(m) boylu boyunca denizin çarşafında yatarken, seni düşlerdi duvarlara bakarak… Yüreğinde bir orman, ufkunda kızıl bir gün batımı vardı, gölgesi taşa düşer, Afrodit çıkardı çırılçıplak. Kıskançlıklar büyür, bir volkana dönüşür, ihtiras patlar ama lavlar yol bulup yine sana akardı barış, çünkü aşk sendin… Seneler çok şey alıp gitmişti ama sen içinde kalmıştın… Üç defa intihar etmişti aşkından, denize batarak. Tanrı izin vermedi, çıkardı, Akdeniz’in koynuna yatırdı tekrardan, çilesi dolmamış daha… Ve çile sendin. Sevdalı bir kadın düş/ün… Hayalleri ufkunda batan, sever zannettikleri yolunu keser. Yürümek istesen ayağını kırarlar, tek ayak kalırsın. Ayırıp saçlarını ortadan, iki yana bölüp tellerle örerler eşitlemeden ve öyle bir sıkarlar ki tenine batar, durmadan kanarsın… Hep yakışmayan çaputlara sararlar ve gölgelerinde saklarlar seni. Biz hep böyle yaşadık. Güneşe bakan gölgedekileri göremezmiş barış; biz güneşle yaşıyoruz ve galiba daha çok bekleyeceğiz seni bizi görene kadar; ve kim bilir kim kalacak senin gönlün olana kadar…

Sen bana kısa kalıyorsun, sen çok yavaşsın. Dallarım kuruyor, gövdem çürüyor, ömrüme yetmeyeceksin galiba… Hep seninle çiçek açtım ben, umudu sen diye giydim, yine de ısınamadın bana. Çocukluğumda bir kerecik öpmüştün beni, kısa sürmüştün, tadın doyumsuzdu, içimden adını fısıldardım, bedenimde deprem olurdu, dağ taş çatlardı. Çok uğraştık elini tutmak için… Bize dokunsaydın, bizi severdin barış. Yaban mersini gibi parçalandık, yollarına serildik. İlk cemre gibi bekledik seni, üstümüze düşmedin, mevsimler bozuldu. Ne midemizden geçebildik, ne de barikatlardan hayaller kudurdu; namus mevhumu kayboldu ve her şey savaşla kazanılıyor hâlâ… Adın ayıptır barış. Hep ukde kaldın içimizde taşıdık seni, nice dokuz ay geçti doğmadın, kucağımıza vermediler. Sen zaten yalancı gebelikmişsin, biz hep kötü şeylere aşermişiz, öyle dediler… Her aklımıza gelende sıcaklıklar basan o gizli tutkuydun, o büyümeyen içimizdeki çocuğun, korkutularak bastırılmak istenen arzusuydun. Bir alana dolarak, mavi bir ışığa karışarak dualarla gökten inmeni, bizi yıldıza boğmanı bekledik yıllarca. Çocuklarımızı seninle besledik. Vuslat kurudu, imkânsız dediler, yağmur duasına yattık… Düşen ilk damla sen ol istedik, çıplak bedenlerimizi örtmedik, senden utanmadık barış, sen utan! Ben utandım utanacağım kadar…

Hep kışı yaşarken kara bulutlarla savaşarak, siyahı delerek gece(de) görmeyi öğrendi gözlerim. Alacakaranlık bir mazinin ve rengini bilmediğim bir geleceğin derdi sarıldı boynuma. Gecenin nemini buluttan kapar, gaile çeker oldum. Çiğ olur, yeşil çimene düşer sevdalanırım. Ay doğacak elbet kararan günün ardından biliyorum, duygular aydınlanacak. Farklılıkları, duyuları bilenmiş bir kör gibi koklamayı, duymayı, hissetmeyi öğreneceğiz…  Kimse hayallerin önünü kesemez barış. Her an, her saniye kuşlar uçar yüreğinden insanın ve her renk insana konar, kardeşçesine… Bir gecede bin hayal yaşayabilirse bu adada bir insan, bininde de sen varsın. Çünkü sen güzel şeylere gebesin, doğurgansın, sınırları yıkarsın; kanlı dereler içinden geçerek taşar sevgiye akar, ruhu temizler kötülüklerden, kimse önünde duramaz. Sen aşkı doğurursun kavgada unuttuğumuz… Ve ben senden doğana hep aşık olurum, yeter ki insan olsun… Rüyamda görür, hayra yorarım seni…

İmkânsıza çare aramak ve bir hayali yaşamak benimkisi… Denizi birleştirsek diyorum, giysilerimizden arınıp, aynı sulara dalsak ve o kadar istesek ki yıldızı kaydırmasak dileği tutarken… Yaşam bir bedende, iki yastıkta yaşıyor zaten gölgeler karışmasa, biri bir yerini kesse öteki kanayacak, biri hasta olsa öteki ölecek onun yerine, ne kaybediyorsak bedenimizden, senin yüzünden kaybediyoruz… Her seviyorum diyene de inanma barış, senle yatıp kalkan biziz, doğacaksan ancak bizden doğarsın…

Sana yürüyoruz hâlâ, boşaltılan geçmişimizin hayalet maratoncularıyız, zaman tur bindiriyor bize, savaş saat tutuyor, biz nefesimizi tutuyoruz... Her ayağımıza takılanda, her engelde, bir ruhun yığılmış hatırası var, bahaneler bularak geleceğimizi karartan. İlk kurşunda kendi gölgesine sinen o küçük kız benimkisi, suçsuz, günahsız… Bir gece yarısı, koltuğunda masalı, çiçekli geceliğiyle surlar içine koşarken anne olan. Kum torbalarını şiirle dolduruyor hâlâ çocuklarını sakınmak için savaştan… Sen neredesin barış? Seviyor mu sevmiyor mu deyip parçalanıyoruz, herkes bize basıp geçiyor. Kırılıyor, dökülüyoruz…

Biz, sevgisiz sabahlara uyanmaktan usandık savaşın koynunda… Bohçaladığımız duygularla, daha kaç sene bekleyebiliriz ki seni, kapıların önünde... Seni her çağırana inanma  bin bir acıyla senelerce adını haykıran ses bizim sesimiz. Aşık oyunu oynama bizimle, ölü kemiğinden usandık ömrümüze savrulan. Sen hep bize vuruyorsun, kaybediyoruz… Sıyrılabilsek sınırlarımızdan kalan güzelliğimizle, gözünü belki kamaştırabiliriz… Birileri seni çalalı beri yüzümüz gülmedi, yüreğimiz soğudu; hâlbuki ne güzel şeyler yazardık sana! Sen bize yazılmadın; sen Rumsun barış, sen Türksün, sen dinsiz imansızsın ve elini yıkayıp çekip gidemezsin bizden, bir ömrü tükettik adına, ne insanlar kaybettik bilmezsin. Biz elinin kiri değiliz ve tek taraflı duayla, ayıpsız amansız doğmaz aşk…Yazdıklarımı unutma istersen ve tekrar oku…

Ve işte bir sabah... Uyandığımda...

 

Yayın Tarihi: 

Pazar, 2 Ocak, 2011