Bugün ne pişireceğim, yarın ne yiyeceğim? İşte bütün mesele bu!

Diyeceğim, havada kesif bir biber kokusu var. Nasıl anlatsam? Hatta yanık kokusu, biberi fazla kaçırdık sanki ve türlünün altını yaktık. “Ben yanmasam, sen yanmasan, o yanmasa” dedik de hep “o”ları ateşe attık, “benler” tuhaf kaçıyor yüzümüzde.

Ne bileyim kaç çeşit kekiği varmış bu adanın. Galiba insan çeşidine denk gelecek kadar! Bugünlerde kafama takılan bu; yani hepsi bir yerde, bir dağ, bir tümsek seçmiş kendine, yaşıyorlar ve sanki suyuna, havasına göre köklenmiş her şey. En az bakım isteyen yere savruluyor rüzgârla, tohum gibi yerleşiyor ve tutunmaya çalışıyorlar. Hepsinin de ayrı bir kullanım şekli var. Kimi yemekte, kimi çayda, kimi de sadece kekik; hani işte o! Dünya boş kalmasın diye…

Üstünlük kurma tutkusu hiç bu kadar azmamıştı bu adada! Esmerleri uğur gibiydi, tatlı bir sıcaklığı vardı, kimse kara kediyi düşünmüyordu gördüğü zaman. Tıpa tıp aynıydılar, hayatınıza renk katarlardı hatta. Rum’dan Türk, Türk’ten Rum olanlar vardı; bazıları aşk falına bakardı, onların falı inandırıcıydı aşktaki büyük cesaretlerinden dolayı. Onlarla arkadaş olmak ufuk açardı. Yağmurun arkasından çıkan ebemkuşağına bakar gibi, onlara huşuyla bakardınız…

Dışarıdan gelen hep bir çocuktu, elinden tutulması gereken ve bu anaç-babaç insanların en sevdiği şeydi elinden tutup doğru yere götürmek. Merhamet, çocuklukta ilk öğretilen kelimeydi. Yabana, çaresize yardım edip kollamak, dar alanda kloş bir elbiseyi giymek gibiydi; o manevi hazla, çevresinde döndükçe açılan, o çocuksu heyecanla yer kaplayıp çoğalmak. Akdeniz’den esen nemli rüzgârı içine çekerek, farklılıkları yadsımadan dalgada yaşamak. Değişik sarhoşlukları tatmak arzusuydu Kıbrıslı olmak. Ama Feslikan, şeytanın ter kokusu ve güzel kokmak kabahat, altında her zaman, bir ötekini suçlamak arzusu…

Hayatın panjurları imkânsız, içeriye açılamaz. Hep dışarıya açılarak büyür insan ve içeride ne kadar zengin olursan ol, açılman lazım. İçerideki hava yetmiyor, birbirinin nefesini soluyorsun, zehirleniyorsun, sakat insanlar doğuyor, senin kabahatindi, benim kabahatimdi kavgası çıkıyor. Havayı değiştirmek için ne kadar istersen lavanta sık odalara. Nafile! Sarı kolanlı arıların aşıladığı, o doğadaki lavanta gibi olmuyor. Yanına yaklaşınca sokacak sanırsın o kara arılar ama üzerlerine saldırmıyorsan, korkarak, elini savurup onlara çarpıp acıtmıyorsan, işlerine bakıyorlar; onlar da yaşamak için ordalar çünkü, bal yapmak istiyorlar. Havada yaşıyorlar ve çırpınıyorlar düşmemek için. Yabandırlar ve en önemlisi senin kadar, belki de daha fazla, senden korkuyorlar. Sıcakta yayılan lavantanın kokusu çekmiş onları, umduklarını bulamamışlar ama fukaralık, o sarı kolan, bellerine sarılmış, çözemiyorlar.

Bu adanın dokusu, rengi, kokusu değişmiş ama toprak kadar önemli değil mi üstünde yaşayan insan? Hep mavi, kırmızı açardı çiçekler de ne oldu, rengin kavgası çıkmış…

Varsın bundan böyle, iki renkte açmasın öyleyse. Yeşil de açsın, turuncu, sarı ya da ne bileyim ne! Bin bir renk açsın dağında, tümseğinde. Ben bu adanın eşkıyasıyla böbürlendim, düzenbazına açıkgöz dedim, hırsızının ne yaman olduğunu anlattım övgüyle, yalancısına ne güzel yalan söyler dedim. Eşcinselim hepsinden güzeldi, o neşelendirirdi beni; cümbüşünü çalardı ben oynarken, kart horoz sesi bana Zeki Müren nağmesi gibi gelirdi. Çoğu öldü demirbaşımın ve istikbalimi bağladıklarım çözülüp kaçtı. Hayat devam ediyor ama boşluklar doluyor ve yeni insanlar var hayatımızda. Onların da bileti belirsizliğe kesilmiş, bizim gibi sıkıntıyla yaşıyorlar. Senin derdin, hep iyisi gelsin! İyi de, sen iyi misin? Birileri kötüleri de yaratmış işte ve iyilerin arasına katmış çeşni diye. Bir sebebi var bunun; bunu değiştirebilir misin? Ya da tuzun ne kadar kuru? Sen aya bakarken, ayın önünden bulut geçmez mi? Kötü bir şey hiç mi geçmez aklından?

Hayat kocaman bakır bir tencere. Ne kadar değişik ve güzel şeyi kaynatabilirsen içinde, o kadar güzel olur. Maydanoz olsun yeter ki insan, kendini katsın üstüne, birşeylerin gailesini çeksin yani. Irkına, rengine, nerde doğduğuna bakmadan. Duygu olsun, yürek olsun, bir şeyler öğrensin ve öğretsin sevgiyle. Bu kadar sene ne yaptık ki biz? Çocuklarımıza cehiz diye, bin türlü derdi, kara sandıkların içine, yüzüyle, astarıyla saklamaktan başka. Hepsinin modası geçmiş…

Havada kesif bir biber kokusu var; hatta yanık kokusu! Bir şeyleri fazla kaçırdık sanki… Diyeceğim, artık çevirelim şu kazı da yanmasın. Kıbrıslı olmak, bu ara sola çalınan kara. Üzüm yerken, sarhoşluktan bağcıyı dövmek arzusu… Önümüzde gelecek var kendimizle barışmak için ve geçmiş zaten geçmiş, bitmiş. Analarımız, babalarımız öldü, kalanlar da sırada. Aman! Sıralar bozulmasın. Yaşlanarak ölsün insanlar, savaşlarda ölmesin. Biz gözümüzü dört açalım bütün renklere. Görmeyi öğrenelim, insanı anlamayı, duymayı, hep beraber olmayı başaramazsak, başımıza gelecek var ve o gelecek, böyle yaşamaya devam edersek, hiç hoşumuza gitmeyecek!

Ne bileyim kaç çeşit kekiği varmış bu adanın, kaç çeşit insanı…

Umurumda değil! Ben zaten üç lisanla yaşadım, üç savaşa rağmen ölmedim. Hele bir barışa çalsın bu ada, bundan sonra her dilde, hem de daha good… Daha kallittera… Daha güzel… Yaşamayı bilirim. Bu, benim en güzel özelliğim.

 

Yayın Tarihi: 

Pazar, 6 Aralık, 2009