Bir EV KADINI, GENDİ-GELEN bir KEDİ ve DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ…

Başkasına bakmak dünyanın en zor işi. İnsan, çoğu zaman kendinden bile usanıyor. Sevgilisi vardır, hayat arkadaşı veya yarattıkları. Kendini yaratanlardan bile sorumlu bu adanın insanı. Ona emeği geçen herkese bakmayı vazife sayıyor, eğer savaşlardan, kayırmalardan, evkafın su meselesinden veya kavurucu sıcaktan “beytambal galsın” deyip, gelmemecesine ruhunu da bırakıp kaçmamışsa! Ve bir de, bizim gendi-gelen kedi gibi değilse… Yarattığını, birlikte yaşadığını, kendine ihtiyacı olanı kayıtsız şartsız koruyor, zarar görmesin istiyor. Değişen huylarını bile yüreğiyle harmanlayarak, onu tekrar yaratıyor sevmek için. Durmadan her şeyden alıp veriyor ve bu alış-verişler yaşamını perçinliyor. Alışkanlıklarını, aşklarını, duygularını, çocuklarını ve hatta evde beslediği evcil hayvanların hâllerini bile paylaşıyor bu ada insanı. Paylaştıkça etkileniyor, çoğalıyor. Hayatı, geçmişi anlamak-anlatmak üzerinden şekilleniyor, neslinin devamı için geleceğin gailesini çekmekle geçiyor… Bu menhus kaderi, en basitinden gendi-gelen bir dişi kediyle yaşanan serüvende bile bulabilirsiniz…

Bilmem sizin bir kediniz var mı? Benim yok! “Bir kedim bile yok” diyen Sezen Aksu’nun yalnızlığından bahsetmeyeceğim. İnsanlar en kalabalıkta bile yalnız yaşayabilirler; bu kendi seçimleridir. Benim olmamasının sebebi başka. Birkaç kere sahiplendim de başıma gelmedik kalmadı. Her şeyi ile ilgilenmek zorundasınız. Hasta olur, veterinere koşarsınız. Ölür, ağlarsınız; veya kaybolur, hayatınız kayar, bütün gün yolunu beklersiniz. Neticede benim gibi kararınızı verirsiniz! Kedilerin, sokakta yaşamayı, kendilerini korumayı öğrenmesi lazım; aynen çocuklarınız gibi… Öyle içerde el bebek gül bebek bakmakla olmuyor. Dışarıda çılgınca yaşayacakları aşklar, yaptıkları yanlışlarla öğrenecekleri doğrular ve bu vahşi, kimsenin tanımadığı adada ancak savaşarak kazanabilecekleri haklar var. Hayalle, arkasını birine dayayıp dışarıya camdan bakmakla yaşanmıyor. En sonunda, sana ‘bakan’ çok şey bekliyor, seni kısıtlıyor, kısırlaştırıyor, kimle yaşamak istediğine karışıyor. Ona göre, ne istediğini bilmeyen ya da buna karar veremeyecek bir yavrusun. Asla büyüyemez, kendini yaşayamazsın. Kör nereden bilir diye sormazsınız umarım! Kafeslere kapattıklarımız uçamıyorsa, balıklar küçücük akvaryumlarda alık alık dolaşırken huzur duyduğumuzu söylüyorsak, hele de bir canlıyı kendinden geçecek kadar bağımlı kılıyor ve bundan hoşlanıyorsak, neden böyleyiz diye de sorgulamamız lazım! Acaba kısıtlanan hürriyetimizin acısını hayvanlardan mı çıkarıyoruz? Köpeklerimiz tuvalete bile yalnız gidemiyor. Sahiplendiğinizi başkalaştırmak bence yaşamın dengesini bozuyor ve bu, doğadaki her şey için geçerli…

Ama kolaycılık da baldan tatlı tabii. Hemen benimseniyor. Sokakta yaşayan bile, biraz gözüne bakar, tüyüne dokunursanız, sizi hemen sahibi belliyor… Enayilik bakışınızdan mı anlaşılıyor, alında mı yazılı? Sizi, kendini sahiplenmeye zorluyor. Aç olmasa bile, geliyor, etrafta dolanıyor, ağlıyor, “bana bak” diyor. Siz de acıyorsunuz. Ufak tefek attıklarınız var önüne (yemekten arta kalanlar falan). Bir de bakmışsınız ki, verdiğiniz yetmiyor, acıktığında kapınıza dayanıp ağlıyor. Sayenizde avlanmayı unutmuş, keyifle attıklarınız midesini büyütmüş, hiçbir şey yetişmiyor. Üstüne üstlük seçici olmuş, arkasını size dayamış, devamlı yüzünüze, elinize bakıyor, ne çekirge kımıldatıyor, ne önüne konan kuşla, fareyle alakası var. Yağmur çiselese, sırılsıklam oluyor. Korunmayı bilmiyor. Doğayı unutmuş. Keşke bu sorumluluğu almasaydım diyorsunuz. Bunun, size getirdikleri gibi, ona da getirdiği külfetler var. Hazıra alışıyor, zoru unutuyor ve o gendi-gelen hür yaşamı kısıtlanıyor. Yorulmadan almak, daha çok istemek alışkanlık oluyor. Asker gibi tetikte, nerede isterse olsun, yedirme saatinde hazır olda. Fasit bir daire çizmiş, uzaklaşamıyor. İyilik yaptığını sanan siz, fark etmeden hayatının kumandasını elinden aldınız. Böylece buluştuğunuz saatler belirleniyor. İstemeseniz de, sorumlusu sizsiniz. Bakmanız, çevreden korumanız lazım. Önceleri bir saygı var. Ara ara kızıyor ama ondan hoşlanıyorsunuz; çünkü misafirdir. Zamanla değişiyor. Artık mal sahibi oldunuz! Sık sık kızıyor, çok az seviyor, küçümsüyorsunuz. Hiç saygınız kalmamış. Çünkü iş büyümüş, bağımlılık artmış, sizi hiç dinlemiyor, istekleri çoğalmış. Ama o artık sizi sahip yapmış ya, işini biliyor, her gördüğünde, sanki derdi yemek değilmiş gibi yaltaklanıyor, cilveler yapıyor. Ve nihayetinde bir bakıyorsunuz ki ihmal edemeyeceğiniz, size muhtaç bir yavru yaratmışsınız kocaman kediden. İyilik mi, kötülük mü yaptığınız artık hiç aklınıza gelmiyor, çünkü sahiplenmişsiniz...

Karşınızdakiyle eğer bir bağ kurmuşsanız, iletişiminiz varsa, seviyorsanız, karakteriniz biraz da ona göre şekillenir, o tabularınızı yıkar, kırmızıçizgilerinizi siler, ömür boyu altını çizdiklerinizin yerini değiştirir. Çünkü doğru dediğiniz artık şüphe kaldırır. Empatiyle karar vermek zorundasınız. Onun yerinde olsam ne yapardım, o olsa ne yapardı diye acabalarınız çoğalır. İnsan sevince, hatasıyla sevabıyla kabul ediyor ve hesabı kaldırıyor aradan. Ona geçen emeğini hesaplamadan daha çoğunu veriyor, sıkıştığı zaman alamayacağını bilse de. Yakın olmaktan çok dokunmaktan mı, yoksa eskilerin dediği gibi kan mı çekiyor bilmem! Bu adanın insanı, kabullendiği, kendinin saydığı her şey için, gücünü zorluyor, vaktini harcıyor, kendini kısıtlıyor, onu hep kendinin önüne koyup, mutlu olsun istiyor…

Sevdikleriyle övünenler bu sebepten bazen, yapamadıklarının kılıfını da onlara biçip rahatlıyorlar ama… İnsankızı/oğlu, ideallerini hayata geçirememesinin sebebini hiçbir zaman kendinde aramıyor; çünkü bulmaktan korkuyor. Ve yapamamasının sebebini bildiği hâlde, başkasını suçlayarak rahatlıyor. Gerçekten yapmak istemediğini bilerek hem de! Çünkü tercihini çoktan yapmıştır; mazeretini kurgulayarak… Böylece, kendini Kaf Dağı’nda görmekten de vazgeçmemiş oluyor. Beni bıraksalardı… deyip de anlattığı inanılmaz masallar var. Üstün yeteneklerinden, zekâsından dolayı hayatta neler neler yapabileceğini ama bunlardan birileri yüzünden nasıl vazgeçmek zorunda kaldığını, zevkle, hayıflanarak, kendine hayranlık uyandırmak, bazen de acındırmak için ağlayıp anlatanlar çok… Bunlar yüzünden şu anki konumundadır ve o buna layık değildir! Böyle düşünüp, hep kendini erdemli, vefakâr, fedakâr ve büyük kılar. Bunlar olmasa ben… der, anlatır, mutlu olur. Hâlbuki, yapabilecek karakteri, yüreği, vicdanı veya en önemlisi cesareti yoktur…

Sizin ne olduğunuzla, olacağınızla değil, işine ne kadar yarayacağınızla ilgilenir çoğu zaman. İyi, çalışkan, dürüst, güzel bir insansanız yeter; ama bir yerlere onun sayesinde gelmişseniz yetmez… Çekeceğiniz var! Onun, bundan sonraki hayatını değiştirmek imkânı var ve siz değiştirebilecek durumdaysanız, bizim gendi-gelen kedinin taktiğini uygular ve uzun süre bunu yaptığı zaman da artık normal hâlini unutur. Sonra? Değişmeli der ama kendini katmaz. Çünkü değişmek kolay değil, hamağının ipini koparması lazım ve bilir ki yere düşecek, arkası sert toprağa vuracak, ayağa kalktığında da adım atamayacak, uyuşan ayaklarını, sızılara, karıncalanmalara rağmen, topallayarak, tekrar yürümeye alıştırması lazım…  Bu zorluğa kaç kişi katlanmak ister? Bu ülkenin evveliyatından kaynaklı mazeretler 40 senedir sadece tartışılır ama “ben katlanırım” diyen kaç kişi vardır? Söylemeye dilim varmıyor. 

Kedi gelir, kendini size kabullendirir, hazıra alışır ya! Siz de orada kendinizi kurtarıcı sanırsınız! İşte bunun gibi sanal yüklemelerle doludur hayat bu yakada… Sizi denemiştir veya belki de sıkıda kalmıştır. Siz de, cennet hayallerinize, insanlığınıza veya vicdanınıza yenilmişsinizdir. Bunun sebebi, son günlerde avluda gezen büyük tarla faresi de olabilir, komşunun gördüğü karayılan da. Arka bahçeniz emniyette olsun fikri de az önemli değildir. Zihninizdekinin ve yüreğinizdekinin rivayeti muhtelif! Bu alış verişin ne kadar sağlıklı yapıldığı da… Ama onunla da kalmıyor işte! Dişiyse yavrulayacak da hemcinsim. O kadar basit değil; hepsini kısırlaştıramazsınız… 

Evde, doyuran bir baba var; korumaya çalışan bir anne ve seven çocuklar. Genelleme böyle. İstisnalara girmiyorum. Bu yazı da, alıştırılmış geleneksel sınırlar içinde kalsın artık… Buraya kadar iyi de, beni hayretler içinde bırakan bu son gendi-gelen kedi, geleneğe uymuyor! Çok kedi geldi geçti bizim arka bahçeden. Onlara benzemiyor. Acayip bir karakter… Karşı cins olduğu için doğal olarak muhatabı evin erkeği. Ben karışmıyorum, ellemiyorum, anlaşmalarına da muhalefet etmiyorum. Bırakıyorum, ne hâlleri varsa görsünler, aralarında anlaşsınlar. Hamilelik dönemlerinde gelip, yiyip içiyor ve tabii beklentide olan evin erkeği de, acıdığından, biraz da kaz gelecek yerden tavuğu esirgememek adına bakıyor, yediriyor. İyilik tamam ama meyveler da hep aklının ucunda… Doğacağın sağlıklı olması annenin de sağlıklı olmasını gerektirdiğinden, hiçbir şey esirgenmiyor. Amma ve lâkin, yeme içme bizim evde, çocuklar başka bahçelerde. Yemek saatlerini unutmuyor ama! Hatta vakitleri bile kendi ayarlıyor artık. Hamilelik bitmiş ama lohusalık ayrıcalığı var. Karşılık beklendiğinin farkında mı? Değil! Kedi beyniyle kavrayamadığından mı, farkında değilmiş gibi yapmak kolay geldiğinden mi bilmem (nedenler çoğaldıkça insan doğruyu bulmakta zorlanıyor hâliyle). Ama galiba en gerçek olanı, yemeği bölüşmek istemediğinden. Al-ver politikası sağlıklı uygulanamıyor. Farkında değil ki, karşıdaki sinirli, alacaklı durumunda, ödenmeyi bekliyor.

Neyse, bu arbedede suçsuz günahsız 6 yavru var. Daha önce doğanların aksine hayattalar. Kediyle evveliyatımız var, oradan biliyorum. Daha önce de aynı ilgiyi görmüş ama yavrular telef. Nüsübet, şahsına münhasır bir anne yani! Kedilerde bir jenerasyon değişikliği mi var? Artık bilemem. Bunu da uzmanına bırakmalı geleneğimiz olmamasına rağmen. Sorarsanız, ağzınızı açtığınız an bin bir örnek çıkacak. Uysa da söylerler, uymasa da! Doğruyu bilmek, öğrenmek lazım çocuğunuza öğretmek için!  Ama kim dinler? Neyse, sadede gelelim… Sahip bildiğiyle aralarında süren sinir harbinden mi bilmem, neticede dere kütük getiriyor ve bir sabah kapıyı açtığında, doyuran, kapının önünde hediyeyi buluyor… Ana, bir taneyi seçip, getirip, bırakmış. Al da söylenme misali… Daha gözleri açılmamış, yemeyi bilmeyen bir kurşuni. Ama taktik önemli. Ana eve geldiğinde, ona hiç bakmıyor. “Al işte, sen bak” diyor isteyip de şikâyet edene. Arada yemek yemeye geldiğinde, yanına gitmiyor küçüğün. Galiba, “sadece istemekle olmuyor” demek istiyor. “Bak bakalım kolaysa”… Annelik bilinciyle, iade etmek bana düşüyor. Diğerleri karşı komşuda ve neyse ki arada memleketin meşhur duvarı yok da, kolay oluyor… Bizimki geri götürdüğümü kabulleniyor fakat bu durum uzun sürmüyor. Belirli bir süre sonra iki tane daha getiriyor. Ben de şaşkın bakıyorum ne oluyor diye! Kediler yavrularına yaklaştırmazlar, bu dağıtıyor. Galiba 6 yavru fazla, doyurabileceğinin gerisini dağıtmaya çalışıyor diyorum. Ama o kadar küçükler ki, gözden mi çıkarıyor diye içimde bir şüphe de yok değil! Elle doyurarak yaşatmak imkânsız. Sonuçta onları, evdekinin “bırak da ben bakarım” efelenmelerine rağmen, yaşamayacaklarını bildiğimden iade ediyorum. Çünkü yaşatmak, efelenmekle olmuyor! Aynen savaşlardaki gibi! Kazanamazsınız, sonuç hep hüsranla biter, yavrular kaybedilir…  

Neyse, gide gele yavrular büyüyor. Son getirdikleri artık yemeyi biliyor. Yedirildiklerini görünce, hepsini getirip, yüzlerine bakmıyor. Sonra, “keyif de benim, yavrular da” diyerek, üç tanesini, sahibin karşı duruşuna aldırmadan alıp gidiyor ve inanılmaz sinir harbi tekrar başlıyor yedirenle doyurulan arasında. Ve gizlice hepsini alıp gidiyor bir gecede… Kendini, doyurduğu için, ödenmemiş, kandırılmış hisseden, neyse ki bir tanesini yolda bulup getiriyor ve hayat elde kalanla devam ediyor. Ama serüven bitmiyor. Aniden 3 taneyi tekrar getirip onun yanına koyuyor gendi-gelen ve anlıyoruz ki 2 tanesi yolda belde telef. İlginç olan, ananın onları bölüp parçalaması, ikişer üçer bir yerlere bırakması ve koyduğu yer ve onlar hakkındaki fikirlerinin durmadan değişmesi… Sonuç: Bizim evde şu an 4 tane var ve onları kurtarmaya çalışıyoruz. Hem anadan, hem doğadan…

Son günlerde inanılmaz bir şey daha oldu. Bu kedi denilen mahluk cidden araştırılmalı. Bir bozukluk var. Kendini erkek zanneden bir kedi dadandı arka bahçeye. Bizim küçükleri, kendine koruyucu süsü vererek, anaları gibi mırıltılar çıkararak kandırıp yanına çağırıyor ve onlara tecavüze yeltenip, zarar veriyor. Ve bu iş de çığırından çıktı! Buna benim karışmamam, bana ne demem mümkün değil artık cinsiyetimden dolayı. Elime geçirdiğim ne varsa, mop, süpürge değneği, hatta o an tesadüfen elimde en değer verdiğim kırılacak bir şey bile olsa, gördüğüm anda kafasına fırlatıyorum “beytambal galsın” diyerek. Bana mısın demiyor, tekrar geliyor. Savaş büyüdü artık. Var olma mücadelesine döndü. Tüm zamanımı buna ayırıyorum çünkü yavrulara zarar veriyor. Onların gelmesine sebep değilim diye, bunu da göz ardı edemem. Anaları sanki kaderlerine terk etmiş, tükensinler istiyor... Kulağım her an tetikte. Ses duyduğum an dışarıya fırlıyorum. Ama bu iş sadece gel veya git demekle olmuyor. Artık ortak bir dil bulmak peşindeyim. Kandırıldıklarını, kötüye kullanıldıklarını anlamaları, kendilerini savunmayı öğrenmeleri lazım. Neyse ki erken öğreniyorlar. Kediyi gördüklerinde, oynamayı bırakıyor, bir yere toplanıp arkalarını birbirlerine dayayarak çığlıklanıyor, pıhlıyor, sanki beni çağırıyorlar. Çünkü farkındalar. Sesi duyduğum an hemen yanlarındayım. Bu yavruları sağlıklı büyütmek artık boynumun borcu. Sadece evi tertiplemek, temizlemekle olmuyor. Dışarıdaki hayat, işte böyle ufacık bir rüzgârla, yaprak misali, açık kapıdan giriyor. Çünkü aynı doğada yaşıyorsunuz ve bahçenizi, sokağınızı da temizlemek, korumak zorundasınız. Evinizin içi aksi takdirde temiz kalmıyor. Bu kediye karşı durarak açtığım savaşla, ben, bir neslin canını kurtarmaya çalışıyorum. Aksi takdirde, sorunlu, gendi-gelen kediler çoğalacak. Bunların anası ve o kendini erkek sanan gibi… Ve bizi arka bahçemizden vuracak. Bu iki yakası bir araya gelmeyen adanın kuzeyinde, artık sağlıklı bir sokak kedisi bile bulamayacağız… Yılanlar ve fareler fink atacak ortalıkta. Birlikte yaşamanın getirdiği sorumluluklar var. Emek harcamak, çözümler bulmak zorundasınız. Mazeret üretmekle olmuyor… Artık Kaf Dağı’ndan da inmek lazım… Ben şuydum, buydum, bu olacaktım yok! Kapınızı ve gözünüzü kapayarak, dört duvar arasında yaşamakla, yavrular kurtulmuyor…   

Anlatılanlar gerçek bir serüvendir… Bu yazı yazılana kadar yavrular kendilerini kurtardı, büyüyorlar. Bizim gendi-gelen de, nedendir bilmem, şimdi analığını anladı, gelip onlara bakıyor. Yakında dağılıp sokağı tutacaklar ve eminim bizim arka bahçeye ne fare girebilecek, ne de yılan. Onlar bahçede yürüyen her şeyin arkasında koştukça mutlu oluyorum ve en çok da tehlike anında birbirlerine kenetlenip dayanışmaları beni gururlandırıyor. Adam ne demiş karaya vuran denizyıldızını denize atarken? Ben hiç olmazsa bunu kurtardım…

 

Yayın Tarihi: 

Pazar, 22 Ağustos, 2010