BANDABULİYA’NIN (Daim satış) SESİ Kıbrıs’ta artık MUHASEBEYİ bozmuştur…

“Yani yürürken düdük çaldığınızda ne olur” der karşıdaki müstehzi gülerek, duyarlar sizi… Ne işinize yarar? Her zamanki gibi kaş kararmıştır, karanlık inmektedir aheste insanların üstüne ve günün yorgunluğu pelte gibi bedenleri yaymıştır. Dermansız bir muhaveredir yapılan karşıdakiyle, hiçbir yere varamayacağınız… Sonlanmayan, o boşuna konuşmalardan biridir. Soruya muhatap olanın zaten sinir tepesindedir, daha da çıkar. Yorgun bir akşamın inişi her zaman gergin, bunalmış, hafif dalgada ve terlidir, mevsimine bakmadan… Surlar içindeki, geleneğini yitirmemiş, dokusu bozulmamış bir kahvedesiniz. Yerdeki beyaz, el değmemiş, sökülüp yerine başka bir şey konmamış, yıpranmış, kenarından kıyısından çatlamış mermer kadar Kıbrıslısınız üstelik…

Ya da, terk edilmemiş, insanları göçmen olmamış, ölmemiş, tükenmemiş, ismi değiştirilmemiş eski bir mahallede, hiç bozulmamış bir aile gibi, geleneksel bir kahve partisindesiniz. Mahallenin eski toprakları buluşmuş, herkes kimin bedeninde kaç kıl var biliyor… Kaç kişi göç etmiş aileden, kim kimi sevmiş de alamamış, hatta kocaların kimde gözü varmış eskiden, o bile paylaşılmış… Elde işlenen yün/tığ işinin sahibi kim? Hangi hayallerle örülüyor geleceğe. Kaç renk var, kaç ilmek, kaç zincir hangi kadere çekiliyor herkes biliyor ama bilmezmiş gibi yapıyorlar… Kocanın ev işlerine yardımcı olmaması, ihtiyarladıkça daha da huysuzlaşması derken konu bu tarafa kaymış. Malum, maaşlara yanlış makas vurulmuş, herkesin bir yeri açıkta kalmıştır; makinede kaynar suyla yıkanmış, yün elbiseye dönmüştür ve o kadar küçülmüştür ki kimselere olmuyor... Evdeki hesap çarşıya uymuyor artık, çocukların taksitlerine, okumalarına yapılan yardım, hatta torunlara verilen harçlıklar bile kesintiye uğratılmıştır ve siz o kahve meclisindesiniz; her şeyin sadece konuşulduğu ve hiçbir şeyin halledilemediği yerde… Bir kahve içimlik, çaresiz, zehir zıkkım şikâyetlerdesiniz… Eksik kaldığınız, artık işe yaramadığınız ve en kötüsü arka çıkamadığınız sevdiklerinizin onlara yardım edemeyeceğinizi söylediğiniz anki mazlum hâlleri gözünüzün bebeğinden inerek yüreğinizin sol kıyısına oturmuş, bir türlü gitmiyor ve o acıyla yaralı aslan gibisiniz, öfkeyle bakıyorsunuz her şeye…

Siz o kocasınız sözü edilen… Bu adada doğan, ihtiyarladıkça huysuzlaşan… Hani evin direği… Bilmem kaç sene, çoğunluğun azınlığı ezmemesi için, bırakıp tüm güzellikleri dağlara çıkan. Sevmediği silahı eline alarak yaşamayı bir kenara koyan ve gelecek için savaşan. Çocuklarınıza yanınızda ölen arkadaşınızı anlattınız hep, ölüme ne denli yaklaştığınızı… Bir de elinizdeki silahın adını söylediniz. Diğer şeyleri anlatmaya insanlığınız yetmedi… Ve bir marketten kendinizi zar zor attınız dışarı, saçınız bıyığınız daha da beyazlaşarak. İçerideki kargaşadan, alışık olmadığınız sırada durmaktan gergin, perişan. Aradıklarınızı bulamamaktan, bulduklarınızı pahalı oldukları için alamamaktan muzdarip, düşünüp durmaktan da başınız kazan… Çatacak birilerini arıyorsunuz; içiniz/dışınız dilleniyor deliler gibi, eskiyi özlemle anıp, yeniyi yeriyorsunuz savaşı unutarak.

Derelerin altından çok sular akmıştır… Artık bakkal elinize vermiyor istediklerinizi. “Bunu alayım da deftere yaz, sonra öderim” diyemezsiniz. Adınıza yazılan tüm defterler yırtılmış, yerine makineler konmuştur. Makineden arkadaş olmaz, konuşup da havadan sudan, paranın neden yetmediğini anlamasını bekleyemezsiniz. Bakkal dayınız yok artık, ay sonuna kadar sizi kollayan… Derme çatma tahtadan ya da lamarinadan yapılmış, dert dinleyen, hâlden anlayan meram duvarınız yıkılmış. Üst üste yığılı, yalnız bakkalın bulabileceği eksikleri saklayan o tozlu raflar, bulmaca gibi dükkânlar yok artık. Yerine marketler kaldırmışlar her şeyi ciciyle biciyle gözünüze sokmuşlardır. Sanki bir hayat kadınının o merak uyandıran ağır kokusu ve yaban bir memleketin kültür albenisiyle karşı karşıyasınız. Bunlar da yıkılacak, yerine daha büyükleri kalkacak, deyip övünüyor birileri… Binalar büyüdükçe benliğinizi kaybediyor, fakirleşiyorsunuz, doğa kaybediyor, doğallık da… Kasada oturan kızlardan/oğlanlardan bir tane bile tanıdığınız yok, her gün değişiyorlar. Bilgisayarda yapılan o teknik oyun gibiler, izlerken hoşunuza giden (bu hâle düşünce, hiç hoşunuza gitmiyor ama). Hani bir insan yüzünden başlar ve saçlar uzayıp kısalır, burun ağız değişir saniyesine, erkek/ kadın olur. Çehreler aynen öyle su gibi akıp geçiyor gözünüzün önünden. Çocukluğunuzda okuduğunuz Tommiks’in fena adamı binbir surat gibiler. Her geldiğinizde başka biri var, üstelik suratlar asık, gözler karanlık. Ne saatlere dayanabiliyor kasiyerler, ne de verilen az maaşa. En kötüsü de elleriniz boş/dolu yorgun çıkarken tanımadığınız o merhabasız kalabalık çarpar, yaralar sizi… Yabancısınız turistten beter. Kimse sizden özür dilemiyor, tam tersi hem suçlu, hem güçlüler, sizi bu hâle getirenler bir de söverler… Alım gücünüzün ne kadar azaldığı başınıza gözünüze vurmuştur. Taşıdığınız naylon poşetler hafiflemiş, konsolide olamamışsınız, hayatınızdaki sınırlar yetmezmiş gibi, hayallerinizi de kısıtlamışlar. Birileri ensenize vurup ağzınızdaki lokmayı kapmıştır kısacası... Yanınızda kalması için destek verdiğiniz gelecek nesliniz noktalanıyor, pirinçken taş oluyorsunuz, hiçbir eksiğe, hiçbir haksızlığa yetmeyecek, dur diyemeyecek hâllerdesiniz…

İnsan böyle durumlarda patlayacak yer arar, birini bulamazsa kesin evdeki ya da kahve partisindeki kadına bilenmektedir, neden alamayacak kadar çok istemiştir diye… Kadın sinirlidir, pasta çok ufalmıştır, bölünmüyor, siparişler eksiktir… Kahvedeki adamın derdiyse gelecek neslinde… Ve tam da adamına çatarsınız, görmek istemezdiniz ama merhaba demek zorundasınız, hoşlanmasanız da. Sırası gelir güneşe karşı çıkar savaşırsınız doğmaması için ama selamı sabahı esirgeyemezsiniz, insanlığınızdan; karşıdaki sizi zarıncatan durumun müsebbibi olsa da… Size bu düdükle ilgili soruyu soran ahbabın genelde tuzu kuru, teni pembedir. Şakalaşacak kadar keyfi yerindedir üstelik tüm başa gelenlere rağmen. Dert üstü, murat üstüdür çünkü bin türlü şeytanlık, yalan dolanla, neyi değil kimi bildiğiyle yaşamıştır ömrü boyunca. Çocuğu işten çıkarılmamış, tam tersi sizinki çıkarılmış, onunki alınmıştır. Yemediği önünde, giymediği ardındadır ve vurdumduymazca sorgular sizi. Ateş olursunuz, cürümünüz yokken; kavgaya teşnesiniz zaten. Yanlışı söylediğiniz, doğruyla yaşadığınız için hep mağdursunuz ya! Kelimeleri bir Filistinli gibi taşa vurup savurmak alışkanlık olmuştur… Gediği var mı diye düşünmezsiniz bile. Bir de rahatı yerinde olanların göze sokma, dalga geçme merakı var… Takımı şampiyon ya! Gol atma merakında… Ama siz de hakemliğe soyunmuşsunuz bir kere ve çaldığınız düdüğe laf edecek olana diş bileyerek cevabınızı çoktan hazırlamışsınız… Tüm gün bedeninizde toplanan, durmadan kopan, satılmak için uğraşılan ve satıldığı anda pahalı olacak olan elektriği, onun üstüne boşaltmak için… “İlginç bir soru sordun vallahi” dersiniz ve asfalyalarınız patlar…

“Ama sen nerde yaşan?” Sanki KTHY batırılmamış, memurun, emeklinin hatta gelecekteki çocukların bile cebine fare girmemiş, haklar ILO’ya rağmen budanmamıştır… Bu ülkede birileri, özelleştirmenin kanununu bile çıkarmadan daha da çok insanı kapıya koymaya hazırlanmıyor ve her şey alesta… Ülke bir mutluluk, bir özgürlük, güllük gülistanlıktır. “Sana ne? İster düdük çalarım, ister bayrak sallarım, keyfimin kâhyasısın bir şey?” dersiniz arkadaşa… Kahvede çift sandalyede yayılarak oturan adama… Yün/tığ işini işlerken bıyık altı gülerek, sanki ortaya söyler gibi, size laf atan mahallenin tuzu kurusu, sonradan görmesine… “Bakarım da hem suçlu hem güçlüsün ha! Dünya yansa içinde kömürün yok vallahi, sanki da uzayda yaşan! Ama sen hayatında hangi söyleneni dinledin. Sahi! Sen bunlara neden oy verdiydin? O cepteki çare için, ötekiler yapacaktı da seninkiler gelirse engelleyeceklerdi. Parayı veren onları çok severdi da, daha çok vereceydi onlar kazanınca. Kâğıtçıklar imzalandı söz verildi sendikalara, ne isterseniz yapacağız dendi. Bir de güya egemenliğin elden gidiyordu, taviz verildiydi, satılıyordun… Gelip da konfederasyon yapacaklardı, ne oldu? Tam tersini yaptılar, hatta beş beterini… Git Papaz’a anlat hâlini de benimle uğraşma.”

“Aman” der karşınızdaki (bu tescillenmiştir) “onlar kalsa, onlar da yapacaktı işte, parayı veren düdüğü çalar”. “Sen her çalanla oynarsan, sana daha çok düdük çalacaklar” dersiniz… “Ama oynamaya hâlimiz kalmıyor! Yenimizi daralttılar, kıpırdanamıyoruz, içinde döneceğimiz yer kalmıyor, hepsini satıyorlar sizin yüzünüzden”. Karşınızdaki ısrarcıdır…  “Ama ötekiler de yapacaktı” der size yine; yaptığının kabahat olduğunu bildiğinden örtmeye çalışan kedi gibidir bulduğu bu mazeretle… “Ha” dersiniz sinirden mora çalarak, “yarı buçuk Nasrettin Hoca’yı oynuyorsun kendince. Testiyi seninkilere verdin kırdılar ama tokadı hâlâ diğerlerine vurmaya çalışıyorsun. Ne biliyordun ne yapacaklarını, senin de hoşuna gitmiyor yapılanlar da hem suçlu hem güçlüsün! Mazereti hazırladın sıyrılmak için. Ya onlar da yapacaktı, ya da bunlar kasayı boş buldular. Ha… Bir de seni Avrupalı yapamadılar. Sanki çok isterdin, ya da ellerindeydi, ötekiler hayır dedi işte! Sana yalan söylediler, sen de kandın kabul et, niye kayırıyorsun, bundan böyleyiz işte… Ne bilin? Farz et onlar halktan destek almak istediler karşı durabilmek için, belki onları seçsek bu haksızlıklara uğramayacaktık! Hiç böyle düşündün mü? Yok, işine gelmez tabii! Bunlardan mutlu değildin bari başkasını seçseydin. Kırk senedir bunları seçtin diye bu hâldeyiz, farkında bile değilsin. Ama sen zaten oldum olası bordolardan hoşlanın…” Şaşkınlıkla, “o da ne” der karşıdaki… “Boşuna konuşan demek! Rumcadan bir kelime, Ses çıkarıyor ama içi boş, hava yani… Gürültü çıkarır boşuna atar ve senin gibiler korkar ve kanar”. Öteki, saf saf, “yani nedir” der… Kelime için gençtir, ortak sözlükten bîhaber. “Var ara sor da anlatsınlar sana” der öteki. “Oldum olası böylelerine bayılırsınız zaten, kat kravat, mal mülk peşindesiniz; birisi yağlasın ballasın anlatsın kazansın da isterse yalancı olsun, söylenenler yapılmasa da, umurunuzda değil… Duyunca da hoşunuza gitmez tabii! Dutturdunuz bir onlar da yapacaktı, onlar da yapacaktı… Başka laf yok”. Karşıdaki konuyu açtığına pişman, cevap verememekten, yenmişken yenilmekten muzdarip… Ama beriki durmaz son lafını söyler: “Yüzünüz var da dalga da geçmeye çalışırsınız insanlarla. Bak ne hâllere düştük! KTHY çalışanlarına iaşe dağıttık, 63’e döndük yahu! Ayıp be!” Kahve partisindeki kadın artık çocuklarına yardım edemediğinden dem vurur, kahvedeki dede torununun okul taksitini ödeyemediğinden, marketten çıkan da naylon poşetlerin boşluğundan yakınır… Adamakıllı koymuştur insanlara… Memleket, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’nın ben öderim deyip, onları kandırıp, hesabı ödememesinin faturasıyla kalakalmıştır tahtadaki borçlarla...

Belki inanmayacaksınız ama öteki yine “yok” der, “onlar gelse, onlar da yapacaktı. Başa gelenin eli mahkûm”. Belki gözlerine bir soru olsun yerleştirmeyi becermişsiniz diye yüzüne bakarsınız ama ne mümkün, eşeğini, hatta üzerindeki çalısını bile kapınıza koymamanız gereken o inatlardan biridir… “Peki! Niye gittiler?” dediğiniz an öteki şahlanır o çokbilmişlikle. “Buna verecek cevap bulurum sana” der. “Ya” dersiniz, “bulun tabii ama hepsi bahçeye ekeceğin ağaç misali… Hani ekersen de çocuğun olur üstüne çıkar da sonra düşer de ölür… Seni kandırdılar ya, sen de beni kandıracağını zanneden, anlat da açılın… Sade sen yanmadın, bizi da yaktınız yahu, hâlâ akıl yok! Biz ötekileri seçtik, en ufacık yanlışta tepelerine bindik yumruğumuzla, hâlâ daha suçlarız ki onların yaptığının eti ne budu neydi bilmem ama bunlar anamızı ağlattılar sizde tık yok, korkarsınız tabii… Ötekilerde demokrasi diyerek aslan kesildinizdi, bunlarda bissi kedi. Aman sürmesinler, işten atmasınlar, belki çocuğu işe alırlar, aman belki mevki kaparsınız… Memleket elden gitti gidiyor, ahalinin düşündüğüne bak! Biliyorlar işte kalitemizi de istedikleri gibi hora tepiyorlar tepemizde… Şimdi benim seçtiklerim bunları yapsa ben onlara dünyayı dar ederdim, ölümüne oy alamazlardı benden, boğaza pikniğe giderdim seçimde, gördüğümde selam bile vermezdim. Hâlâ beklerim yanlış yapanı ispatlasınlar, cezayı ilk ben vereceğim! Eğer gelip onlar da bunu yapacaksa hiç gelmesinler, bana ne yapacaklarını söylesinler de ben de ne yapacağımı bileyim, yalan söylemesinler… Fark budur işte! Seninkiler gibi… Farkmış! Aha fark cüzdanlarda, al bozdur da gerisi kalırsa cebine sok”. “Bana ne yahu” der öteki, “ben mi yaptım bunları da bana söylen”. Oturduğu hasır sandalyeyi gıcırtıyla iterek hışımla kalkar ve kahveden çıkar… Kadın bir araba dayak yemiş gibi ezilmiş, çantasına işini tıkar ve sabah sabah hangi uğursuzun yüzünü gördüğünü de bu hâle düştüğünü düşünerek kahve partisinden ayrılır… Yolda bulduğunuz, gözlerini sizden kaçırarak, “işim var, görüşüz” der ve daha çok duymamak için acele uzaklaşır. İçlerinden de “kabahat bende” derler, “insan sandık da, iki çift lâf edelim dedik”.

Tartışmayı kazansanız da mutlu değilsiniz. Ne değişmiştir ki? “Belki düşünür da aklı başına gelir” dersiniz de, çaresizlik içinizi karartır, her zamanki gibi kaderinize yanarsınız… Ve o, siz olduğunuzda artık o kahveye girmez, hatta kahveyi değiştirir… Kadın, kahve partisine çağrıldığında işim var der, siz oradasınız diye gelmez… Ya da marketten çıkarken karşılaştığınız sizi görür, görmemezliğe gelir… Hep bir karşıt yerde durup, bakmayı seven çok insan var. Doğruyu yalnız kendi bilen!? Dinlemeyen, öğrenmeyen, sorgulamayan, içinde bulunduğu durumu kavrayamadan sadece yüksekten bakarak, sizi yenmiş olmaktan başka bir şey düşünmeden yaşarlar… Kimileri de herkesten, her şeyden şikâyet eder ama parmağını kıpırdatmaz. Aynı bataklıkta çırpındığınızın farkında bile değildirler. Küçük bir iş adamı gibi, günlük hesaplar peşindedir bazıları hala… Geleceği batarken. En kötüsü karşınızdaki içinden çıkamayınca sizi zıvanadan çıkaran şu son sözünü söyler: “Sanki tek suçlu benim da bana saldırın. Ülkede her iki kişiden birinin oyunu aldılar yahu”. Siz de sorarsınız: “Yok! Suçlu sen değilsin da kimdir? Benim…? Yoksa bu memleket uğruna ölen babandır?”

Ama en çaresiz olan, o karşılıksız sevilen, üstüne titrenen ve gelecek denilen nesildir. Bazıları o kadar akıllıdır ki eskiler yadırgar… Yapılan yanlışları en çok onlar bilir. Konuştuklarında, bu çokbilmişlerin, ekmeğini yiyip suyunu içenlerin çoğunun ağzı dili bağlanır, verecek cevap bulamazlar. Yaptıkları yanlışları onlara anlatırken ağızları açık dinlerler. Çünkü onlar boşa konuşanların kendilerinin geleceklerini ve miraslarını nasıl tükettiğini iyi bilirler… Bilgiyle donanmışlardır; okuyorlar, araştırıyorlar. Hiç uyumadan sabahın köründe kalkanlar var, doğalarını karartan o her yana dikilen, yükselen yarım inşaatlara çıkıp o bozulmayan, satılmayan, çalınamayan yaşadıkları yerin gün doğuşuna bakarlar… İçlerinin güzelliğini yansıtan… Ve ayakları kayıp tüm o hayran olunan konuşmalarıyla, büyük adam olacakları ve bu ülkeyi doğru dürüst yönetecekleri beklenirken hayallerindeki özgürlüğe kavuşamadan düşüp ölürler geleceğimizle… Onları da tüketiyoruz, herkes kendini akladığını, kabahatin dışında kaldığını zanneder, farkında değiller. Gençler delikanlıdır, sinirlidirler, arabalara binerler, o belirsizlikte yaşamaktan, o hiçbir şeyi doğru gitmeyen bu ülkenin işsizliğine, yolsuzluğuna, geleceksizliğine kızarak, çarpık yollara salarlar kendilerini, kazaya kurban ederler bu olmayan ülkenin aşkına… Boşu boşuna ölürler. Ve insanlar hâlâ yanlış bir bulmacayı doldurmaya çalışmaktadırlar, yanlış kelimeleri yanlış haneye yazarak, kimin, nasıl hazırlandığına bakmadan… Bakkaldan aç olduğu için ekmek çalan daha suçludur milyarlarla hırsızlık yapandan… Çünkü onlara göre o ahmaklığından aç kalmış, öteki açıkgözlüğünden zengin olmuştur. Tartı aleti yanlış tarttığı zaman bozuktur da kimse ne hâlse devamlı yanlış tartmaktan utanmaz…

Kapının önünden geçen seyyar satıcıdır hiç değişmeyen… O tok, kazık sesle bağırır ve halkı uyarır… “Hıyarın 2 kilosu 1 lira, meram ağnayın derim size” der... Meram anlayacaklar çoktan yapacaklarını yapmışlar, evlerine girip kapılarını kapatmışlardır utançlarından. Ucu onlara iyice dokunana kadar da evlerinden çıkmayacaklardır. Geriye kalanlar yoldadır her zamanki gibi, o dalga geçilen düdükleriyle… Bu adada bazıları hâlâ vatan hainidir, diğerleri ülkenin varlarını peşkeş çekip satarken. Ve o vatan hainleri usanmadan, bıkmadan yazmakta, çizmekte, konuşmaktadırlar; kapı kapama yaşayan insanlara, o sokakta bağıran seyyar satıcı gibi, meram anlatmaya çalışmaktadırlar. Ama halk ucuza alışmıştır. “Hıyarın 2 kilosu 1 lira” diyen seyyar satıcı işini biliyor, tahta arabadakiler satılıyor, kimse ne eski olduğunun farkında, ne buruştuğunun, ne de işe yaramadığının… Çığırtkanlığa kananlar, önceden de aldığını ve işe yaramadığı için çöpe attığını 3-5 kuruş kazanmak uğruna unutmuşlardır…

Kızgınlık azar azar buharlaşmakta ve hava ağırlaşmaktadır. İnsanların kapı ve pencerelerini açmak zorunda kalacakları o boğucu hava inmektedir yavaş yavaş cennet/cehennem adanın üstüne… Birileri sisten faydalanmaya çalışmakta… Farkında olanlar düdüklere üflemekte, tiz bir ses çıkarmaktadırlar uzun uzun. Ve öfke yavaş yavaş çoğalmakta, göz kararmakta, tansiyon yükselmektedir... Marketten çıkan adam etrafa bakınmaktadır, boş kalmış poşetlerin acısını çıkaracak birileri daha var mı diye. Eski mahalledeki kahve partisinde konuşan kadının cık cıkları duyulur: “Amma belaya çattık ha” diye. “Bir de konuşuyorlar hâlâ yüzleri kalmış gibi”. Ve yerlerdeki çatlamış beyaz mermerler kadar Kıbrıslı olan söyleyeceğini bitirince, kökü dışarıda tavla oynadığı 40 yıllık Kıbrıslı arkadaşı da aynı fikirdedir. “İyi yaptın kendine” der, “ciğerim beş parmak yağ bağladı”. Kimse artık düdük çaldığınızda ne olur diye sormamaktadır. Tüm adadakilerin, kahvedekilerin, kahve partisindekilerin, hatta sokakta umursamadan bana ne deyip gezenlerin derdi aynıdır, kaderi…  Ve hatta geleceği de…

 

Yayın Tarihi: 

Pazar, 23 Ocak, 2011